Vicdan Körelmesi - 1

Ahmet Yılmaz

Ahmet Yılmaz

15 Şub 2019 17:22
  • Birçok dostumun, farklı sosyal medya kanalları aracılığıyla gönderdikleri çeşitli iletiler sık sık düşer telefonuma. Size de oluyor mu bilmem, ama bende birazcık ülfet peyda etmiş. Sıkılganlık oluşmuş. Ya umursamıyorum birçoğunu, veremiyorum her zaman dikkatimi. Ya da bakıyorum bir iki saniyeliğine içeriğine ve dönüveriyorum rutinime. Öyle ya, mahkûmu haline dönüşüveriyoruz çoğu defa kişisel algılarımızın, göreceli kanaatlerimizin, öznel yargılarımızın…

    Yine bir video mesajı. Metrodayım. Oynat tuşuna bastım, açtım. Açtım ama parmağım da bir taraftan refleks olarak kapatma tuşunu arıyor… O da ne? Bir hanımefendi belirdi ekranda; vakur, kendinden emin, dingin, dirayetli ve belli ki eğitimli, münevver. İlk cümleleri ile birlikte bazı duygular vicdanımı çepeçevre sardı. Hassas olduğunu zannettiğim ruh dünyam paramparça oldu. Alt üst oldum. Şaşırdım. Afalladım. “Adım” diyordu, “Dilek Dündar… Siz beni Can Dündar’ın eşi olarak tanıyorsunuz ama bunun ötesinde kimliklerim var: Ankara Koleji ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi mezunu bir ekonomistim, belgesel yapımcısıyım, bir Cumhuriyet kadınıyım, bu ülkenin bir yurttaşıyım, anneyim…” Az önce beni rutinime geri döndürme arayışındaki aynı parmağımla telefonumu daha bir sıkı kavrama ihtiyacı hissettim. Kalbimde çılgın rüzgârlar esmeye başladı, belli ki birazdan fırtınalar koparacak. Ahhh! Kulaklıklarım yine yanımda değil… Metroda bir şeyleri sesli dinleyen veya izleyenlerin bu yaptıklarından oldum olası hazzetmemişimdir. Ama bu videoyu can kulağıyla dinlemeli ve hemencecik bitirmeliydim. Sesini azaltabildiğim kadar azalttım, kulağıma iyice yaklaştırdım ve adeta akıllı telefonumun hoparlörünü sağ kulağıma dayadım. 

    O sahne, duygularımı yazıya dökmeye çalıştığım şu anda, imam-hatipli yıllarımı aklıma getirdi. Saçma sapan ve baskıcı doksanlı yılların başında, memleketimde, evimizdeydim. Maneviyata meyilli bir tabiatım vardı. Geceleri sık sık divana oturur, pencereye kendimi yaslar, eski cep radyomu antenini uzatabildiğim kadar uzatarak kulağıma yapıştırır, orta dalgadan bir Mısır radyosu frekansı yakalamaya çalışırdım. Gece daha rahat dinlenebiliyordu zira. “Savt el-Arab mine’l-Kâhira” anonsunu duyunca sevinir, frekansı netleştirmeye çabalardım. Ama heyhat, biraz sonra frekans kaybolurdu. Mısırlı Kur’ân kârilerinden 3-5 dakikalık bir Kur’ân-ı Kerîm kıraati ya dinleyebilirdim ya da dinleyemezdim. 

    Uğur Dündar’ın pasta imalatçılarını kovaladığı, Ali Kırca’nın düğmeye basmakla meşgul olduğu, Sadettin Teksoy’un kutuplarda namaz kıldığı ve benim de İlahiyat Fakültesi’nde öğrenci olduğum doksanlı yılların sonu çok daha sancılıydı. Kaldığım özel yurtta, darbeciler ha şimdi gelirler ha birazdan endişesiyle, pencerenin önünde bekleşirdik. Birazdan tanklar görünecek korkusuyla sokağın başını gözler dururduk. Ama bu defa benim kulağımda, o yıllarda yeni trend olmuş olan radyolu walkman'im vardı, o stresli ortamda, bu defa her nasılsa Galatasaray’ın maçlarını takip etmeye çalışıyordum. Dilek Dündar’ı hoparlör kulağımda dinlemeye çalışırken, metroda düştüğüm durum bana o eski hatıralarımı çağrıştırdı.   

    Neyse…

    Sayın Dündar’ın cümleleri beni etkisine almıştı bir defa. Kurduğu her cümle bir kitap güzelliğinde ve değerinde idi. “Yurttaş olarak haklarım, anne olarak sorumluluklarım, Cumhuriyet kadını olarak yükümlülüklerim var” diyordu. Hak-sorumluluk-yükümlülük denklemine ne kadar önem verdiğini vurgulama ihtiyacı hissediyordu. “Bugüne dek durumu bizden daha kötü olanlara saygı gereği yaşadığımız haksızlıkları, hukuksuzlukları dile getirmedim. Sustum. Yargının, vicdanların harekete geçmesini bekledim” diyor; “hakka”, “hukuka”, “adalete” ve “vicdana” atıflar yapıyordu. Ve aslında ondan duyduğum bu cümle; bendenizin, silsile halinde yazmayı planladığım ve hassaten siyasal islamcı gürûhtaki vicdan fukaralığını merkeze alacağım köşe yazılarına gerekçe teşkil ediyordu. Dündar; mütevazı bir şekilde, “Bugüne dek durumu bizden daha kötü olanlara saygı gereği” diyerek duygudaşlık yeteneğini gösteriyor, “öteki” mağdur ve mazlumların mağduriyetlerine da ayrıca dikkat çekiyordu.

    Sayın Dündar’ın ifade ettiği, “Türkiye’de insan ihlali olmadığını, bunun aksini savunanların bir tane bile somut delil sunamayacaklarını savunan genel başkan yardımcısı” profili, adeta “vicdan körelmesi” ile kastettiğimiz acınası realitenin ete-kemiğe bürünmüş karşılığı. 
    Bu ve benzeri örneklere bu yazı silsilesinde yer yer değineceğiz. Bu aşamada asıl odaklanmak istediğim, iktidar partisinin genel başkan yardımcısına, Dilek Dündar’ın manifesto niteliğinde verdiği cevap:

     “2016'da yurtdışına çıkarken havaalanında pasaportuma el konuldu. Hakkımda hiçbir suçlama, soruşturma, yargılama yok. Önce elimde olan pasaportumun kayıtlarda kayıp gözüktüğü söylendi. Sonra polis, seyahat özgürlüğümün kısıtlanmasına gerekçe olarak yurtdışına çıkmamın ülke güvenliği açısından sakıncalı olduğuna dair bir yasa maddesi öne sürdü. Benim yurt dışına çıkmam neden ülke güvenliğini tehdit edecekti ki? Madem öyle bir tehdit vardı, eşime kurşun sıkan tetikçi, neden ceza almadan salıverilmiş ve pasaportu iade edilmişti. Tamamen hukuksuz, keyfi ve siyasi bir kararla iki buçuk yıldır yurt dışına çıkmam, oğlumla, eşimle buluşmam engelleniyor. Tam anlamıyla eşime karşı rehin tutuluyorum.

    Oğlumun bütün ömrümce hayalini kurduğum mezuniyet törenine gidememem, sıkıntılı ya da sevinçli günlerinde annesi olarak yanında olamam, iki buçuk yıldır hiçbir suçlamaya muhatap olmadan bu hukuksuzluğa maruz kalmam, hiç bir mahkemeden sonuç alamamam, yeterince somut bir örnek midir?

    Yaşanan insan hakkı ihlalini göstermeye yeter mi? Yetmezse devam edeyim:

    Eşim ve ben ömrümüz boyu çalışarak kendimize bir yazlık ev aldık. Sonra paramızın yeteceği düşüncesiyle İstanbul’da da banka kredisiyle de bir ev almaya kalkıştık. İkimiz de işsiz kalınca krediyi geri ödeyemeyeceğimizi anladım, yazlık evimizi satıp bankaya olan borcumuzu ödemek istedim. Ancak tapu müdürü bu satışı Ankara’ya sormak zorunda olduğunu söyledi. “Bunun tamamen hukuksuz olduğunu” hatırlattığımda da “Nereye şikâyet ederseniz edin” dedi. O satışı yapamadığım için borcumuzu ödeyemediğim evimize geçenlerde haciz geldi ve icra takibi başladı. Banka hesaplarımıza da el kondu. Ülkemden çıkamıyorum ama yalnız yaşamaya zorlandığım evimden çıkmak zorunda kalacağım.

    Türkiye’de yatırım yapacak, ev alacak, ortaklık kuracak olanlar bu risklerin farkında mıdır? Bilmiyorum… Ama biz daima hukuka inanmanın bedelini ödüyoruz bugün. Buna rağmen hâlâ o inancı sürdürüyor, başvurduğumuz mahkemelerden adalet bekliyoruz.
    İki buçuk yıldır eşimden, oğlumdan uzaktayım. Çoklarının yaptığı ya da önerdiği gibi illegal yollardan ülkemi terk etmek istemedim. Yargıya güvendim, sabırla bekledim. Benim ve benim gibi aile bağları nedeniyle gerekçesiz cezalandırılan binlerce eşin örneğinde hukuk kadar eski bir kavramın suçun şahsîliği ilkesinin açıkça çiğnendiğine tanık oluyoruz. Sadece o da değil. Anayasayla bize verilmiş olan hak ve özgürlüklerimiz seyahat özgürlüğümüz, kanunlar önünde eşitlik hakkımız, haberleşme hürriyetimiz, mülkiyet hakkımız, hak arama hürriyetimiz ve tabii aile bütünlüğümüz de çiğnenmiş durumda.

    Acaba daha ne kadar somut bir örnek verebilirim? Hayatı boyunca sadece kendisi için değil, ülkesi için demokrasi ve adalet mücadelesi vermiş bir kadın olarak son bir umutla ve benim gibi keyfi kararlarla ailesinden uzak tutulanlar adına buradan haykırmak istiyorum. Bu hukuksuzluğa son verin!”

    Kendisinin vurgulu şekilde ifade ettiği üzere, eşi Can Dündar’a karşılık adeta rehin tutulan Dilek Dündar’ın ifadelerinin her biri üzerinde durulası, derinlikli cümleler. “Dertli söylegen olur” derler. Hayata ve olaylara bakış açılarımız muhtemelen farklılıklar gösteriyor. Ancak bu farklılıklar, “hakkaniyet” ilkesinde birleşmemize elbette engel değil. Son derece etkili bir dil ve sunum ile dile getirdiği problemler, bu ülkede özellikle son yıllarda birlerce annenin, babanın, evladın hatta bebeğin başına gelenlerin adeta birebir kopyası…   

    Her şeyden önce bir anne ve bir eş olarak, kendisinin bütün haklarına kavuşması, ailesiyle buluşabilmesi en büyük temennim. 
    Türkiye’de sağ siyasetin üç temel sacayağını oluşturan “İslamcılık”, “Muhafazakârlık” ve “Milliyetçilik” maalesef ülkemizin çıkmazı haline dönüştürüldü. Üç kesimin de “üstat” kabul ettiği Necip Fazıl’dan bir dörtlük paylaşayım isterim:

    Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
    Bakamam, aynada, aynada vicdan;
    Beni beklemeyin, o bir hevesti;
    Gelemem, aynalar yolumu kesti!
    Vicdan körelmesi problemini farklı yönleriyle ele almaya devam edeceğiz.
      
    Dr. Ahmet Yılmaz
    15 Şub 2019 17:22
    YAZARIN SON YAZILARI