Distopya

Ahmet Yılmaz

Ahmet Yılmaz

17 Haz 2019 11:09
  • Distopya, bilebildiğimiz kadarıyla dönemin önemli filozof ve politikacılarından John Stuart Mill (ö. 1873) tarafından 1850’lerde İngiliz Avam Kamarası’nda çekilmiş bir diskurdan bize kalan bir kavram.

    Aşina olduğumuz başka bir kavramdan, ütopyadan hareketle irticalen söylendiği anlaşılıyor. Ütopya mefhum olarak daha kadim ve bizde bilinirliği fazla. “Hiçbir yerde var olmayan ve gelecekte var olabileceği düşünülen, devlet ve toplum tasarıları” anlamında kullanıyoruz ütopyayı. Mesela Fârâbî’nin (ö. 339/950) bir eseri vardır; el-Medînetü’l-fâzılâ. Ütopik tarzda bir eser. Müellifinin felsefe sistemini bütün yönleriyle yansıtır. Türkçe “Erdemli Şehir” veya biraz zorlamayla “İdeal Devlet” olarak ifade edebileceğimiz bu eserinde, hayalindeki şehrin/devletin/yönetim sisteminin vasıflarını anlatır, siyasetin/idarenin felsefesini yapar. Elbette kitabında o ideal şehri yönetebilecek ideal reisi/imamı da konu eder. Mesela reisin; bedenen sağlıklı, zihnen kapasiteli, öğrenmeye hevesli ve eğitimli, zeki ve ferasetli olmasının gerekliliğinden dem vurur. Ona göre reis; güzel, ince ve nezaketli konuşmalıdır, yiyeceğe-içeceğe ve eğlenceye tutkun olmamalıdır; doğruluğu yol bilmeli, yalancılıktan uzak durmalıdır. Bütün iş ve eylemlerinde nefsini öteleyebilmeli, müstağni kalmayı başarabilmeli ve kendisinden kuşkulandıracak şeylerden kaçınmalıdır, mütedeyyin olmalı ve dünyevi menfaatlerde gözü bulunmamalıdır, adaletli esas kabul etmeli, zulüm ve kötülükten kaçınmalıdır, takip etmesi gereken görevlerinde ise son derece hassas olmalıdır. Sanırım bu satırlardan milli “uyurgezer”imiz Ahmet Bozkuş’a epeyce malzeme çıktı. Meseleyi ona havale edip kendi sınırlarıma dönüyorum. 

    Bizdeki el-Medînetü’l-fâzılâ’ya karşılık batıda Eflâtun’un “İdeal Devlet”i, Thomas More’un (ö. 1535) “Ütopya”sı, Francis Bacon’ın (ö. 1626) “Yeni Atlantis”i ve Campanella’nın (ö. 1639) “Güneş Ülkesi” vardır mesela. Doğuda ve batıda ideal toplum ve ideal yönetim arayışı hep olagelmiş.

    Distopya, ütopyanın paralel dış evreni gibi. Ütopya alabildiğine berrak ve duru bir toplumu ifade ederken, distopya gelecekteki olabildiğine bulanık ve kapkaranlık bir nizamı ifade ediyor. Ama aradaki anlam ilişkisini “karşıt” olarak tanımlamak zor. Çünkü zıt anlamda, “anlam karşıtlığının kişiden kişiye değişmemesi” ilkesi aranır. Hâlbuki herkesin ütopyası veya distopyası farklı olabiliyor. Distopyayı ütopyanın antitezi gibi tanımlamak ise mümkün.

    Sanki zihinlerin arka yamaçlarında yerleşik potansiyel bir takım korku ve endişeleri var insanoğlunun. Geleceğe dair bir takım kaygılar, tasalar. Bilimsel ve teknolojik dönüşümlerin son sürat devam ettiği, yapay zekânın ürkütücü seviyede ivme kazandığı bir dünyada anlaşılabilir endişeler bunlar. Ama bu endişeler doğru mudur, tartışılır. Belki gelecekte kimi ülkelerin bloklaşarak despotik bir etki alanı oluşturabileceğine dair öngörüler bazı düşünürleri distopik çalışmalar yapmaya itmiştir, bilinmez. Distopik eserler, gelecekte yaşanabilecek olumsuzluklara karşı bir çeşit uyarı özelliği taşımakta. Kanaatimce, ürkmemiz gereken şey, teknolojik gelişmelerin veya yapay zekânın kendi başlarına bize yapabilecekleri değildir. Asıl ürkmemiz gereken, güç sahibi insanların bizleri kontrol ve algı dünyamızı manipüle etme adına bazen gizli bazen açık, bazen belli bazen belirsiz yol ve yöntemlerle bunu nasıl kullanacaklarıdır. 

    Bütün bu korkular, geride bıraktığımız on yıllar boyunca çizgi romanlara, kitaplara yansımış, filmlere konu olmuştur. Mesela George Orwell’ın (ö. 1950) 1984 isimli romanı var. Yazarın 1949 yılında yayımlanan bu kitabı geleceğe dair bir kâbus öngörüsü. Sonra senaryolaşıyor, film oluyor. Distopik bir evrende geçen film, III. Dünya Savaşı’nın henüz bittiği bir dünyayı tasvir ediyor. O zamanın en büyük devleti olan Okyanusya -deyim yerindeyse- tam bir korku imparatorluğuna dönüşmüş. Bu ülkenin vatandaşları, yönetim erkinin buyurduğu her şeye harfiyen uymak zorundadır. Bu evrende ne kitap okumak serbesttir ne de birini sevmek. Ray Douglas Bradbury’nin (ö. 2012) “Fahrenheit 451” isimli eseri var mesela. 1984’ün etkisini pekiştiren kült bir eser. O da senaryo farklılıklarıyla filmleşmiş. Geleceğin Amerika’sında, itfaiyecilerin görevlerinin söndürmek değil kitapları yakmak olduğu bir zaman dilimi. Guy Montag da o itfaiyecilerden biri. İşini hiç sorgulamadan, severek yapan bu adam günün birinde yolda Clarisse adında henüz on yedi yaşındaki bir kızla tanışır. Onunla olan sohbetinden sonra artık Guy, birçok şeyi sorgulamaya başlamıştır. İşi, eşi ve patronu Beatty dâhildir buna. Kitaplar neden yakılır ki? İnsanların birbiriyle konuşup sohbet etmesi, bir şeylerle meşgul olması neden yasak olur? Bu sohbeti izleyen birkaç gün içerisinde Guy, sıradan bir şekilde işini sürdürür ama kafasında hep aynı sorular vardır. Yaktıkları evlerden kitaplar çalmaya, evinde gizlice okumaya başlamıştır artık. Bir gün yine alarm çalar ve kitap bulunan bir evi yakmaya giderler. Kitapların sahibi olan kadın, kitapsız bir yaşam yerine, kitaplı bir ölümü tercih edince Guy’un yerleşik zihin dünyası altüst olmuştur artık. Kitap uğrunda nasıl ölünebilirdi? 

    Birçoğuna aşina olduğunuzu düşündüğüm o kadar distopik film var ki. THX 1138 (1971); I, Robot (2004), Minority Report (2002), Equilibrium (2002), Gattaca (1997), The Truman Show (1998), V for Vendetta (2005), The Matrix (1999) bunlardan bazıları. 
    Mesela bunlardan Equilibrium beni etkilemiştir. Türkçesi “denge” demek. İsminde bile ironi var. Dengesizliğin tavan yaptığı bir toplumu yansıtıyor zira. Sinopsisini yapacak değilim ancak Kurt Wimmer’in yönettiği film boyunca “rahip” (cleric) John Preston’un (Christian Bale) düşünsel devrimine tanıklık ediyoruz. “Prozac” ve “librium” bileşimi olduğunu düşündüğüm “prozium” önemli bir metafordur. Onun yerine siz, insanımızı sabah-akşam manipüle eden A Haber gibi havuz kanallarını koyabilirsiniz. “Denge” kontrolü, belli bir saatte belli bir dozda alınan bu ilaç ile sağlanmaktadır. Zira III. Dünya Savaşı’ndan çıkmış insanlığın, bir dördüncüsüne tahammülü yoktur. Öyleyse, savaşların esas kaynağına odaklanmak ve o etkeni ortadan kaldırmak elzemdir. İnsanlık insani olan her şeyden, her duygudan uzaklaşmalıdır. Bunun adı ise duyguların dengelenmesidir! Bu başarılabilirse artık savaş olmayacaktır!

    Her gün tekrar eden bıktırıcı ve irrasyonel saçmalıkları, sanki ilk defa algılıyor/yaşıyor gibi davranan efsunlanmış bir toplumun parçasıyız. Cemiyetin farklı katmanlarında yaşanan bu durum bir tür trajedi. Bir jamais vu durumu. Bir çeşit şizofrenik hal. Aldanma ve savrulmalar her gün tekrarlanıyor ama yine de halkın nezdinde orijinalliğini yitirmiyor. Ve biz bu sanal gerçekliğin bir parçası olmaktan kendimizi alamıyoruz. 

    Şahsen bu aralar distopik kaygılarım had safhada. Memleketimde, adı konulmamış bir oligarşi, oligarşiden beslenen çirkin bir otoriterizm ve nihayetinde diktatörlükvari bir totolitarizm iyiden iyiye kendini hissettiriyor. Ve ben okuduğum, izlediğim bütün bu distopik mahsulatın öncüllerini/göstergelerini iliklerime kadar yaşamış, yaşayan yüzbinlerce kişiden yalnızca biriyim.

    Geleceğe ait kaygılı tasavvurlar dünyası olan distopik evrenden ülkemiz insanının düşünsel âlemine paralel bir menfez açılmış sanki ve ben, bugünün realite zemininde, distopik endişelerin/korkuların ete kemiğe bürünmüş hali gibiyim. 
    Ne yazık ki!

    17 Haz 2019 11:09
    YAZARIN SON YAZILARI