Yahyâ b. Maîn (ö. 233/848) tasnif döneminin önemli hadis ve ricâl âlimlerindendi. “Emîrü’l-mü’minîn fi’l-hadîs”, “imâmü’l-cerh ve’t-ta‘dîl”, “hüccetü’l-İslâm”, “seyyidü’l-huffâz” gibi sıfatlarla anılıyordu. Odası hadis defterleriyle doluydu. Kudretli bir hadis münekkidiydi. Hadis rivâyetinde ve dirâyetinde kılı kırk yararcasına bir hassasiyet sergilemekteydi. Bu yüzden cerh ve ta‘dil ilminde “müteşeddit” kategorisinde değerlendirilmekteydi. Bütün bunlarla birlikte o, mihne döneminde sorgulanıp ölümle tehdit edilen ilk grup âlimlerin arasında bulunuyordu. Sonuç olarak, öldürülebileceği endişesi ile Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul eder görünmüştü. Ancak bunu baskı altında yaptığını söylemiş olsa da Ahmed b. Hanbel’in gönlü kırılmıştı bir kere (Zehebî, Mîzânü’l-i?tidâl, IV, 410)…
Yahya b. Maîn’in Ahmed b. Hanbel hakkında söylediği: “İnsanlar bizden Ahmed b. Hanbel gibi olmamızı bekliyorlar. Ahmed b. Hanbel’in katlandığına bizim katlanmamız ve onun gibi olabilmemiz mümkün değildir” (el-Mizzî, Tehzibü’l-kemâl, I, 453) değerlendirmesi Ahmed b. Hanbel’in iliklerine kadar yaşadığı yalnızlığın itirafı gibidir aslında. Hastalandığı zaman, ziyaretine gelen Yahya b. Maîn’e, bu yüzden olsa gerek, yattığı yerde arkasını dönmüş, onun yüzüne bakmamış ve onunla hiç konuşmamıştı. Bu şekilde orayı terk etmek zorunda kalan Yahya b. Maîn yolda: “Bu kadar yıllık arkadaşlıktan sonra konuş(a)mamak...” diyerek, üzüntüsünü ve hayal kırıklığını dile getirecekti.
Bişr el-Hafî diye meşhur olan Bişr b. Hâris (ö. 227/841) ilk dönem sûfîlerindendi. Devrinin âlimlerinin, dinî konularda gerekli hassasiyeti göstermediklerini ve bildiklerini başkalarına aktarmakla yetindiklerini düşünen Bişr el-Hafî, aynı devirde yaşadığı Ahmed b. Hanbel’i ise takdir ediyordu. Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı tartışmalarında da Ahmed b. Hanbel ile aynı düşünsel düzlemdeydi. Aslında onun şu cümlesi Ahmed b. Hanbel ile ilgili fikrini yansıtmakta idi: “Bana Ahmed’in hakkında soru mu soruyorsunuz?! Ahmed b. Hanbel körüğe sokulmuş ancak saf altın olarak çıkmıştır.” Bu değerlendirmeyi yaptığı mecliste kendisine “Ahmed b. Hanbel’in yaptığını yapsaydın ya!” denilmesi ise çok ilginçtir. Anlaşılan o ki, onun tarzı Ahmed b. Hanbel’den daha farklıydı. Bunu sûfî geleneğin kodlarıyla mı telif etmek gerekir, bilmiyorum... Onun sessizliği Ahmed b. Hanbel’de bir inkisar oluşturmuş mudur o da bilinmez. Ancak Bişr el-Hafî’nin kendisine yöneltilen itiraza getirdiği izah yaşamış olduğu acziyeti ifade eder mahiyettedir: “Benden nebilerin sergilediğini sergilememi ve onların mertebesine ulaşmamı mı bekliyorsunuz? Benim bedenim buna dayanmaz. Allah, Ahmed’i, önünden-arkasından, üstünden-altından, sağından-solundan korumuştur” (el-Mizzî, Tehzîbü’l-kemâl, I, 455).
Her ne kadar mihne başlamadan önce vefat etse de megâzî müellifi, İslâm tarihçisi, kadı ve muhaddis Vâkidî’nin (ö. 207/823) ismi de Abbâsî sarayıyla birlikte anılıyordu. Me’mûn ile arası hep iyiydi. Büyük ölçüde saraydan aldığı fonlar ile geçimini sürdürmüştü. Hatta Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071), Vâkıdî’nin, dönemin muktedir ailesi Bermekîler’e mensup vezir Yahyâ b. Hâlid (ö. 190/805) ve bazı Abbâsî halifelerinden aldığı atıyyelerin 600.000 dirheme ulaşmasına karşılık, “bu paraların bir yıl süreyle kendisinde kalmayıp harcadığından zekât vermediğini” söylemesini, onun müsrifliğine yorar (Hatîb, Târîhu Bağdâd, III, 20). O, vefat ettiğinde borçlarını halifenin ödemesini vasiyet etmiş ve Me’mûn da bu vasiyeti yerine getirmişti (Fayda, Mustafa, “Vâkıdî”, DİA, XLII, 473).
Vâkıdî’nin talebesi Muhammed b. Sa‘d (ö. 230/845) da sessizliğe gömülenlerdendi. Hocasının ölümünden sonra şöhreti artan İbn Sa‘d da Yahyâ b. Mâîn ile birlikte sorguya çekilen yedi âlimden biriydi. Onlar İshak b. İbrahim tarafından Rakka’da Halife Me’mûn’un huzuruna çıkarılmış ve kendilerine “halku’l-Kur’ân” konusunda ne düşündükleri sorulmuştu. İbn Sa‘d da dâhil, o âlimlerin tamamı; birçok muhaddis ve fakihin de bulunduğu bir ortamda ve onların şahitliğinde Me’mûn’un istediği doğrultuda cevaplar vermişler ve serbest bırakılmışlardı. Aralarında Ahmed b. İbrâhîm ed-Devrakî (ö. 246/860), İbn Uleyye (ö. 193/809), Züheyr b. Harb (ö. 234/849) gibi âlimlerin bulunduğu bu heyet, yekvücut bir entelektüele yakışır ve ilmin namusuna yaraşır bir duruş sergilemiş olsalardı bir şeyler değişir miydi? Anlaşılan o ki Ahmed b. Hanbel’e göre çok şey değişirdi...
Bir tarafta Sümâme b. Eşres (ö. 213/828) ve İbn Ebû Duâd (ö. 240/854) gibi mihne sürecine doğrudan etki eden, süreci devlet erkiyle birlikte planlayan ve hatta teşvik eden zamane din adamları, hâkimler, savcılar ve müftüler vardı. Diğer tarafta da sessizliğe gömülenler, sükûtu (sukût da denilebilir ona) tercih edenler. İbn Ebû Duâdların tarafı, durdukları yer zaten belliydi. Zulümle birlikte saf tutmuştu onlar; bilerek, isteyerek. Ve onların durumu belki ayrı bir yazının konusu. Şu kadarını belirtmek gerekir ki; ülkemizde de bir çeşit mihne süreci yaşanmakta. Kamu görevinden ihraç edilip adli takibata maruz bırakılan on binlerce devlet memuru söz konusu. Üstelik bunların arasında erkeğiyle kadınıyla sayıları on bini bulan din görevlisi, vaiz, müftü ve Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatı görevlisi var. Tarihi tekerrürler devr-i dâiminde şablon aynı şablon. Bir tarafta kurgulanmış soruşturma süreçlerinde, bu masumlar hakkında aslı astarı olmayan ve tamamen iftira mahiyetinde ifade verenler var. Bu iftiracılar siyasal İslamcı oligarşinin içerideki uzantıları ve yardakçıları. Onlar, artlarında tamamı kayıtlara geçmiş bulunan, gelecek nesillerin utanarak okuyacakları, safsatadan ibaret soruşturma tutanakları bıraktılar. Diğer tarafta ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın akl-ı selimini, mutedil yönünü temsil ettiği zannedilenler var. Âh sessizlik! Âh sükût! Âh suskunluğa mahkûm akl-ı selîm!
Her neyse...
Evet, Ahmed b. Hanbel’in birçok arkadaşı o günkü mihnet sürecinde, sergiledikleri duruşla ve takındıkları tavırla kendi yakalarını sıyırmış, tutuklanmaktan ve eziyet görmekten kurtulmuşlardı. Ama serbest kalan sadece bedenleriydi, ilimlerinin haysiyeti ise orada, o sorgu odasında rehin kalmıştı…