Eleştiri, yüce dinimizin ortaya koymuş olduğu en önemli hasletlerden biri hiç şüphesiz. İslam’ın bağrında yetişmiş en nitelikli kavramlardan. Hz. Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-beyân’ın izdüşümünde tesis ettiği, yüksek ahlaki değerler manzumesinin, olmazsa olmaz kafiyesi. Ve eleştiri haddizatında Müslümanların insanlığa ikram ettiği en önemli değerlerden bir tanesi. Bizim kültür ve medeniyet atlasımızda, eleştiri manasına gelmek üzere daha çok “nakd” veya “tenkîd”, bazen de “intikâd” ve “tenakkud” kelimeleri kullanılmış. Bu kavramlar “madenî paranın gerçeğini sahtesinden ayırmak, sözün güzel ve kusurlu yanlarını ortaya koyup açıklamak” gibi manalara geliyor (Bkz. Lisânü’l-?Arab, “n?d” md.). Tenkit edene de münekkit diyoruz. Eleştiri; bir kişiyi, bir sanat mahsulünü, ya da bir konuyu artı ve eksi yanlarını ele alarak incelemek şeklinde tanımlanabilir.
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, hadd-i zâtında bir eleştiri kitabı. Onlarca eleştiri örneğini bünyesinde barındırıyor. Kur’ân’ı bize ulaştıran Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, her hususta olduğu gibi eleştiri hususunda da örneklik teşkil ediyor, muhteşem bir eleştirmen olarak önümüzde duruyor. Eleştiri ahlâkına, eleştirinin usûl ve esasına dâir kâfi sayıda ve vâfî derecede örneği O’nun kutlu hayatında müşahade etmek mümkün. O’nun rahle-i tedrisinde yetişen ve talebeleri hükmünde olan sahabe-i kirâm efendilerimiz de aynı. Onlar da Efendimiz’in izdüşümünde, eleştiri ahlâkının yapı taşları olmuşlar...
Hz. Peygamber, Mekke döneminde sallallâhu aleyhi ve sellem, ihtimal putperest önderlerin ikna edilmesi halinde onları izleyen halkın İslâm’ı daha kolay benimseyecekleri düşüncesiyle onlarla da meşgul olmaktaydı. Bu amaçla Utbe b. Rabîa (ö. 2/624) ve Ebu Cehil b. Hişâm (ö. 2/624) gibi ileri gelen Mekkelilerle yaptığı bir konuşmanın ortasında yanlarına gelen Abdullah b. Ümmi Mektûm radiyallâhu anh’ın (ö. 15/636) yönelttiği sorularından rahatsızlık izhar etmişti. Kim bilir, belki de konuşmasının etkisinin azalacağını düşünmüştü. İbn Ümmi Mektûm’a kızmamıştı, onu azarlamamıştı, “şimdi bunun sırası mı?” dememişti. Sadece yüzünü ekşitmiş ve ona cevap vermemişti. Kaldı ki âmâ bir sahabi olan Abdullah b. Ümmi Mektûm’un, Allah Resûlü sallalâhu aleyhi ve sellem’in yüzündeki ve tavrındaki değişikliği görmesi de mümkün değildi. Ama her şeyi gören bir Zât vardı. Semî‘ ve Basîr olan Hz. Allah. Bunun üzerine Allah Teâlâ, resûlünü sitemli bir ifadeyle uyarmış, kimlere yapılacak yatırımın daha semereli olacağını bilmesinin mümkün olmayacağını şöyle bildirmişti: “Yanına görmeyen (âmâ) biri geldi diye yüzünü ekşitti ve sırtını döndü. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de alacağı öğütle arınacaktı. Yahut nasihati dinleyip ondan yararlanacaktı. Ama irşada ihtiyaç duymayana ise, ona dönüp itibar ediyorsun. Hâlbuki kendisi arınmak istemiyorsa onun arınmamasından sana ne! Fakat Allah’a saygı duyarak sana şevkle koşa koşa gelenle sen ilgilenmiyorsun. Hayır! Öyle yapma. Çünkü o ayetler öğüttür, uyarıdır.” (Abese (80), 1-11). Allah Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisine vahiy yoluyla yöneltilen bu ilahi eleştiri ve ikaz karşısındaki tutumu ise bir peygambere yakışacak ve yaraşacak kuşatıcılıktadır. Hz. Peygamber sallalâhu aleyhi ve sellem’in zaman zaman onu gördüğünde, “Kendisinden dolayı rabbimin beni itap edip, ikaz ettiği şahsa merhaba!” diyerek ona iltifatta bulunması (Deylemî, el-Firdevs, h. no: 6805) ne kadar nezaketli ve hakşinas bir yaklaşımdır! O, Abdullah b. Ümmi Mektûm için âdeti olmadığı halde ayağa kalkmış, cübbesini çıkarıp onun için yere sermiş ve ona çeşitli ikramlarda bulunmuştur (Ebû Ya‘lâ, Müsned, V, 431, h. no: 3123). Nitekim Allah Resûlü’nün sallallâhu aleyhi ve sellem gazâya çıktığında geride kalanlara namaz kıldırmak üzere iki defa İbn Ümmi Mektûm’u radiyallâhu anh görevlendirdiği rivayet edilmektedir (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 217).
Kur’ân-ı Kerîm’deki eleştiri örnekleri bununla da sınırlı değil. Birçok âyette Hz. Peygamber’in “zelle” diye tabir edilebilecek bazı sürçmeleri hatırlatılmış ve bizzat Allah Resûlü bazı tenkitlere maruz kalmıştır. O da hemen gereğini yapmış ve eleştiri konusu olan konuya gerektiği şekilde çözüm üretmiştir. Mesela, Enfal sûresinin 67 ilâ 69. âyetleri arasında “Bedir esirleri meselesi”; Tevbe sûresinin 43 ilâ 46. ve ayrıca 49. ve 81. âyetlerinde “münafıklara savaştan izin verilmesi meselesi”, Tahrîm sûresinin 1 ilâ 3. âyetleri arasında “tahrîm meselesi”, Tevbe sûresinin 80. âyetinde “münafık ve müşriklere istiğfar meselesi”, yine Tevbe sûresinin 84. âyetinde “münafıkların cenaze namazına iştirak meselesi”, Kehf sûresinin 28. âyetinde “tebliğde fakirlerin ötelenmemesi gerektiği meselesi” gündeme getirilmiş ve Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in içtihatları eleştiri konusu yapılmıştır. Ancak bunlar içinde nispeten sert bir üslûp taşıyan tek nasihat veya ikaz yukarıda değindiğimiz hadisedir. Aslında bütün bu eleştiri âyetleri bizlere bazı hakikatleri fısıldamakta. Evet, vahiy objektiftir. Öyleyse eleştiride de objektiflik ufku yakalanabilmelidir. Peygamber insanlığa kendi indî his ve heveslerini, duygu ve düşüncelerini değil, ilâhî vahyi tebliğ etmektedirler. Ancak O, her ne kadar meleknümûn da olsa bir insandır. Dolayısıyla bir ilâh gibi yanılgısız sayılamaz! Bunun kadar önemli bir husus da Resûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem, kendi tavır ve davranışını merkeze alan ve eleştiri konusu yapan bu âyetleri, en ufak bir savunma reflekine girmeden ve farklılık mülahazasına kapılmadan halka tebliğ etmesi, uyarıya konu olan sahabe efendimizin gönlünü hoş etmeyi bilmesidir. Bu da onun davasındaki samimiyetini, hakka adanmışlığını ve eleştiri ahlâkını göstermektedir.
Eleştiri hem haktır ve hem de her Müslüman için bir vazifedir. Ama hangi eleştiri? Ve eleştiri nasıl yapılacak? Evet, eleştiriyi Müslümanın bir ödevi olarak takdim eden, ferdî ve içtimâî gelişim için son derece gerekli bulan dinimiz, her hususta olduğu gibi bu konuda da gerekli prensipleri, usûl ve erkânı açık ve net bir şekilde ortaya koymuş, eleştiri ahlâkını tesis etmiştir. Bizim dünyamızda, bir “yapıcı” eleştiri var ve bir de “yıkıcı”... Medeniyetimizde yapıcı eleştiriye et-tenkîdü’l-îcâbî denmiş ve her dâim teşvik edilmiştir. et-Tenkîdü’s-selbî olarak ifade edilen yıkıcı eleştiri ise uygun görülmemiş ve zemmedilmiştir. Yapılan eleştirinin doğru, olumlu, Allah’ın rızasını gözeten bir amacı olmalıdır. Bizim rûh ve mana dünyamızda eleştiri yol gösterir. Destek sağlar. Moral ve ilham verir. Gerçek dostluktan beslenir. Kardeşlik hukukunu izhar eder. İyi niyetlidir. İstişareden beslenir. Öz eleştiriyi takip eder. Dozajı yerindedir. Öyle yerinde ve ayarındadır ki kişi ve kurumlardaki saygı ve sevgi asla eksilmez, bilakis hakiki dostluklar eleştiri sanatının mahsulüdürler. Hem eleştiren ve hem de eleştirilenler açısından gerçek karakterler eleştiri esnasında ve sonrasında ortaya çıkarlar. Bizim iklimimizde; abartılı, realiteden beslenmeyen, bilgiden yoksun, bilimsel olmayan, kötümser, küçümser, yerindeliği olmayan, üslup fakiri, çözüm önerisi sunmayan ve öznel eleştiri üslubu yerilmiştir. İstikâmetli ve rahmânî eleştiriye ise kapılar ardına kadar açıktır! Ve bizim iklimimizde eleştiriden rahatsız olmak da yoktur. Kendine güvenen kişi ve kurumlar eleştiriden korkmazlar, bilakis bundan memnuniyet duyarlar ve gereğini yerine getirmeye koyulurlar! Eleştiri eksiklikleri itmam eder, tamamlar. Yanlışları giderir. Fikirleri yeşertir ve olgunlaştırır. Eylemleri kemâle erdirir. Hakikate vâsıl kılar.
Servet-i Fünûn yazarı Cenab Şahabeddin’e (ö. 1934) atfedilen bir söz vardır. Ne güzel demiş: “Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım!”