Bir önceki yazıda, ABD Başkanı Donald Trump’ın geçtiğimiz Pazar günü (3.3.2019) medyaya yansıyan ve bir çeşit günah çıkarma seansını andıran konuşması üzerinde durulmuştu. Onun itiraf niteliğinde olan sözleri, dünya medyasında geniş yer tuttu. Söz konusu açıklamasında o, sadece Anbar’da bulunan Ayn el-Esed hava üssüne 3 milyar dolar harcadıklarını, Irak’tan çekilmek istememesinin asıl sebebinin bu olduğunu vurgulamaktan çekinmiyordu. Başkan Trump’ın bu yaklaşımının, bundan sonraki süreçte “batı egosantrizmi” üzerine kafa yoranlar için önemli bir argüman olacağı açık. Başkan, iç siyasete yönelik mesaj vermeye çalışırken kendi dönemini dışarda tuttu ve önceki karar vericileri suçladı belki ama ülkesinin yıllardır güttüğü Ortadoğu politikalarını da bir çırpıda açık ediverdi...
Anbar özelinde ve Irak-Suriye genelinde sahâvât-DEAŞ denklemini biraz daha irdelemek istiyoruz.
DEAŞ’ın 2003 yılında koalisyon güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonla birlikte meydana gelen otorite boşluğundan azami ölçüde faydalandığı, birçok mevki kazandığı ve ciddi bir etki alanı oluşturduğu görülmektedir. Örgütün Suriye’ye sıçraması da Suriye’deki istikrarsızlaşma süreci ile birlikte ele alınmalıdır. İyice güçlenen DEAŞ’a karşı ABD’nin, bir şark olgusu olan “asabiyet” kartını masaya sürdüğü anlaşılmaktadır. Koalisyon önderliği, Ortadoğu coğrafyasında aşiret hamiyetinin her dönemde etkin bir faktör olduğunu iyi etüt etmiş, güttüğü savaş politikasının bir parçası olarak asabiyet faktörünü yeniden pazara çıkarmıştır. Asabiyet derken; en basit şekliyle, insan tabiatında bulunan zulüm ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı fıtrattan beslenen akraba, aşiret, kabile vb. yakınları kollama duygusunun doğurduğu yardımlaşma ve dayanışma eğilimini kastediyoruz. Evet, gerçekten de bu toprakların kodlarında asabiyet -az ya da çok- hep var olmuştur. Şair Asla‘ b. Abdullah “Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” mealinde beyit söylerken (Ebü’l-Mehâsin eş-Şeybî, Timsâlü’l-emsâl, I, 325) ya da Cündeb b. Anber bir şiirinde “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” derken (Meydânî, Mecma?u’l-emsâl, II, 334) aslında “adı konulmamış” bir aşiret realitesinin ve “kayda geçirilmemiş” bir hamiyet kanununun bizim bir olgumuz olduğuna işaret ediyor gibidir.
Yeri gelmişken ifade etmek isterim ki; Câbir b. Abdullah’ın rivâyet ettiğine göre biri Muhâcir diğeri Ensar iki genç bir sebeple kavgaya tutuşmuşlardı. Taraflar bir anda Câhiliye döneminde olduğu gibi “Yetişin ey Muhâcirler!”, “Yetişin ey Ensar!” diyerek asabiyet sâikiyle aşiretlerini yardıma çağırmışlardı. Olayı haber alan Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, “Bu ne hal! Câhiliye davası mı?” sözleriyle taraflara çıkışacaktı. Olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra, “Kişi zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin” şeklindeki ünlü Câhiliye atasözünü tekrar edip aslında “zalime yardımın onun zulmüne karşı koymak demek olduğunu” ifade ederek yukarıdaki darb-ı mesel niteliğindeki söze yepyeni bir muhteva kazandıracaktı (Bkz. Buhârî, “Mezâlim”, 5).
Burada vurgulamak istediğim, aşiretin mutlak menfaatine dayalı olan cahiliye asabiyetine dinimizde yer olmadığı… Karşıda bir fitne ve terör hareketi olan DEAŞ’ın bulunması da bu gerçeği değiştirmiş olmuyor.
Sonuç olarak, koalisyon güçlerinin Irak harekâtının sembol vilayetlerinden olan Anbar başta olmak üzere Irak’ın genelinde, aşiret realitesi kendisini göstermiş ve özellikle Sünni Araplar; otorite boşluğunu doldurmak, aşiret mensuplarının mal, can ve ırz güvenliklerini sağlamak gibi olumlu görünen hususlar etrafında bir araya gelmeyi başarmışlardır. Sahavât, sahada ciddi bir muvaffakiyet elde etmeyi başarmış, DEAŞ özellikle Sünnî beldelerde ciddi mevzi kaybetmiştir.
Takip eden süreçte, sahavâtın sahada yakaladığı başarının DEAŞ tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğu ve onların da aşamalı bir yol haritası geliştirdikleri anlaşılmaktadır. İlk aşamada Üsame b. Ladin aşiret mensuplarına yönelik bir çağrıda bulunmuştur. Arap aşiretlerine seslenen Üsame b. Ladin, onları; “işledikleri bazı hatalardan kurtulmaya ve yeni bir sayfa açmak suretiyle “mücâhidler” olarak tanımladığı gruplara destek olmaya” davet etmiştir. Onun bu çağrısının aşiretler üzerinde etki göstermediği ve reddedildiği anlaşılmaktadır. İkinci aşamada ise Müslümanlar kitleler nezdinde karşılığı olan ve kullanılmaya müsait olan bir takım dînî kavramların devreye girdiği görülmektedir. Sahavât karşısında ciddi kayıplara uğrayan DEAŞ’ın imdadına çoğu zaman olduğu gibi “İslâmî kavramlar” yetişmiş gibidir. Onların bağlamından çıkararak kendi amaçları doğrultusunda kullandığı kavramlar...
DEAŞ’ın düşünce gücünü yönetenler, ideolojilerini yerleştirmek ve yaymak maksadıyla İslam’ın temel referansları olan ve dolayısıyla İslam toplumunun muhafazasında önemli bir yere sahip olan bazı kavramları aslî bağlamından veya vazedildiği manasından koparmak suretiyle manipüle etmekte bir beis görmemişlerdir. Hatta bu kavramları bir propaganda silahı ve yeni taraftar kazanma aracı olarak kullanmışlardır. Onların bu süreçte tahrif ettikleri kavramlardan birisi de “ridde” yani “dinden dönme” kavramıdır. Buna göre mürtedlerle savaşmak, onlara her türlü cezalandırmayı öngörmek, iddia ettikleri İslam devletinin bekâsı ve hâkimiyeti için vazgeçilemez bir haktır. Bu kavramı sıkça kullanan ve bağlamından koparan DEAŞ, sahavâtı da ehl-i ridde olarak ilan etmiştir. Suriye’de de etkin şekilde faaliyet göstermeye başlayan DEAŞ’ın, başta sahavâta destek verenler olmak üzere neredeyse bütün “öteki” Müslümanları mürtet kabul etmeleri bunu takip etmiştir. DEAŞ böylelikle sahavât tanımını kendisine boyun eğmeyen bütün Müslümanlar için kullanmış olmakta ve böylece onların gerektiğinde infazlarını fıkhi açıdan meşrulaştırmış bulunmaktaydı. Tabi ki bu noktada, bağlamından çıkarılan “hilafet” ve “biat” gibi başka kavramlar da devreye girmekteydi.
Dolayısıyla eğer bir “DEAŞ lügati” söz konusu edilecekse, onlara biat etmeyen diğer bütün Müslümanları ifade etmek üzere “sahavât” kavramı bu sözlükte kendine yer bulacaktır.
Gelinen noktada Şia’nın tamamını “Rafızi” suçlamasıyla, öldürülmesi gereken zındıklar olarak gören ve yayınlarında Şii mescit ve camileri için “Rafızi tapınağı” ifadesini kullanan örgüt; kendisine biat etmeyen, mürtet kabul ettiği ve sahavât olarak tanımladığı bu kişileri kategorik olarak Şia’dan daha tehlikeli bir noktada konumlandırmış olmaktadır. Bu yaklaşımın pratik sonucu intihar saldırılarına, suikastlara, bombardımanlara, cinayetlere, adam kaçırmalara ve işkencelere meşruiyet kazandırmış olmasıdır.
Bu yaklaşım tarzı, kendisini sahada hemen göstermiş, birçok sahavât liderine suikastlar tertip edilmiş ve bu suikastları genelde DEAŞ ve uzantısı olan örgütler üstlenmiştir. Anbar’ın karizmatik sahve reisi Abdüssettâr Ebû Rîşa 13 Eylül 2007’te Ramâdî’de evinin önünde öldürülmüştür. Aynı şekilde Salahaddin’de Hüseyin Cebbâra ve Kerkük’te Hüseyin Ali Salih el-Cübûrî sahavât’tan oldukları gerekçesiyle DEAŞ tarafından öldürülmüşler, Musul’da bulunan aşiretlerin reisi Fevvâz el-Cerbe’nin ise evi bombalanmıştır.
Sahavât konseylerinin ilk reisi Abdüssettâr Ebû Rîşâ’dır. 2007’de öldürülmesinden sonra yerine kardeşi Ahmed Ebû Rîşa geçmiştir. 2013 Şubatında yapılan konsey seçimlerini ise Visâm el-Hardân kazanarak Sahavât’ın yeni konsey başkanı olmuştur.
Sonuç olarak Irak Sünnileri bir tarafta aşiret asabiyeti ve diğer tarafta da kendinden olmayanları ötekileştirmeye dayalı radikal bir sarmal arasında sıkışmış kalmış durumdadır...
Peki, Trump, 3 milyar dolara mâl ettiğini söylediği Ayn el-Esed askerî hava üssüne kıyıp, enkaz yığını haline dönüştürdüğü Irak’tan, irtikâp ettiği bütün günahları da sırtlanarak çıkabilir mi gerçekten? Bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, özellikle ABD’nin ekonomik ve askerî desteği ile ayakta duran ve satranç masasında bir piyon olmaktan öteye geçemeyen Sünnî aşiretlerin gerçekten yalnızlaşacağıdır…
Irak’ı anlama adına, sahavâtın ideolojik ve fikrî temelleri üzerinde biraz daha durmaya ihtiyaç var…