1950'li yılların siyasetini bile bugün hâlâ güncel planda sanki dünmüş gibi hararetle tartıştığımız oluyor.
Mesela "9
subay" olayının bir yönünü
Namık Gedik'in oğlundan yeni öğrendim.
O zaman Namık Gedik şöyle bir mütalaa yürütmüş:
"Bu ihbarın üstüne hemen gitmeyelim. Gidersek bir iki kişiyi cezalandırabiliriz, o kadar. Sessiz kalalım, fakat çok sıkı bir takibe alalım. Örgütlenmeyi bütün yönleriyle öğrenip ortaya çıkaralım."
Çok mantıklı. Fakat Celâl Bayar şu gerekçeyle
itiraz etmiş: "Devlet devlet gibi olmalı. Devlet işinde oyun olmaz. Öğrenilen neyse, üzerine gidilsin,
dava açılsın." Sonunda Bayar'ın dediği
tercih edilir ve tabii anlamsız bir yargılamayla mesele kapanır. Namık Gedik onu iyi demiş ama, kendi görüşünü
uygulama imkânına acaba sahip miydi? Nasıl takibe alacaklardı? Hangi kurumlarla hangi görevlilerle? Söylediği, polis mantığı ile doğru. Fakat genel bir durum değerlendirmesi yapıldığında, o zamanki DP'nin böyle bir gücü olmadığı, araştırma ve takip görevi verecekleri kişilerin bir kademe sonra karşı tarafın, (yani
darbe hazırlıkçılarının) etki alanında acze düşeceği, bilgi akışında onların öne geçeceği kesindi. Birine "araştır bakalım" dersin, gider onlara haber verir. Muhafız Alayı'na bile hâkim değilsin. Kendi
savunma bakanın bile sana karşı samimi değil. Neyi, kiminle, nasıl araştıracaksın?
O günlerin basınını hatırlıyorum...
Cumhuriyet,
Milliyet, Yeni
Sabah,
Vatan, Akşam, Dünya... DP'ye karşı biraz insaflı olabilecek tek
gazete yok. Ve bu gazeteler ciddi tirajlar yapıyordu, hepsi çok canlıydı. Hepsi
CHP'yi tutuyordu, hele 1957'den sonra açıkça DP'nin devrilmesini savunuyordu. Sen neyin tedbirini alacaksın?
DP'yi tutan Büyük Doğu'ydu sadece. Ve
İnönü'nün, başına atılan bir taşla yaralandığı olayda Büyük Doğu'nun kapağı şöyleydi: "Küçücük bir taşın açtığı yarayı örten flaster ne demek? Koca bir güllenin yere sereceği leşi örten kefenden ne haber?" Ateşe benzin döküyor
üstad.
Tutanı da işte bu! Keşke hiç tutmasaydı. Büyük Doğu, 1950'lerin başlarında günlük gazete olarak çıkmıştı.
Menderes, örtülü ödenekle falan desteklemeyi istiyor tabii...
Necip Fazıl, solun da edebî kimliğini kabullendiği bir değer. Ama bakın işe nasıl başlıyor: "Şimdi
Demokrat Parti iktidarına düşen borç, gerçek inkılabı kolaylaştırıcı zemini açmak ve CHP isimli vatan evlatlarının sahte inkılabına arkasını dönmektir!" Dedim ya, hiç tutmasa daha iyi! Celâl Bayar'ın DP'sinden beklediği ve istediği şeye bak. İnönü ile Bayar arasında bir tek ortak nokta vardı:
Millet Partisi'nin irticai bir parti olduğu ve kapatılması gerektiği!
Peki, normal bir basın hayatımız olması için bir şeyler yapılamaz mıydı? 1959'un Türk Yurdu dergisindeki şu isimlere bakınız: Ali Fuat Başgil, Peyami Safa, Nurettin
Topçu, Mümtaz Turhan, Osman Turan,
Necati Akder, Faruk Timurtaş, Şükrü Baban, Faruk Sümer, Ali Nihat Tarlan, Süheyl Ünver, İbrahim Kafesoğlu; Sâmiha Ayverdi,
Safiye Erol, Arif Nihat
Asya, Fevzi Halıcı,
Yavuz Bülent, Mehmet Çınarlı, Ömer Öztürkmen; Reşat Ekrem, İsmail Hami, İ. Hakkı Konyalı, Murat-Mithat Sertoğlu, Recep Doksat, vs, vs... Bu liste 2-3 katına çıkarılabilir. Peki bu bereketli kadro tarlasından bir tek "dolgun günlük gazete" çıkarılıp kurumsallaştırılamaz mıydı? Bir Ali Naci Karacan yok muydu, bizim ellerde, köylerde? Yok muydu?
Milliyet'in çıkışında Ali Naci Karacan'ın en önemli yardımcısı Peyami Safa idi. Peyami Safa'ya, yahut benzeri bir denge adamına, bir medyatik kurumsallaşma rolü, dolaylı dolaysız, şöyle veya böyle, verilemez miydi? Bütün 1960'lı yıllar, 1950'li yıllardaki gazetelerde yetişen gazetecilerin hâkimiyeti altındaydı. Biz sadece imar-inşa işleriyle uğraştık. Bir Cihat Baban "... gazete olmasaydı, fikirden fikire ruhtan ruha gidecek yol bulamazdık" diyebiliyor; bizimkiler müstağni. Bizim merkez-sağ
seçmen, aklıyla zihniyle gazete okumazdı. Siyasetimizin de bu boşluğu hiç önemsediği yoktu. Seçimleri kazanıp da her şeyi kaybetmenin başka bir izaha ihtiyacı var mıydı ki?