Eski ve yakın dostum Timur
Kuran, kültür tarihçiliğimize büyük katkıları olan,
Boğaziçi Üniversitesi eski rektörlerinden (nur içinde yatsın) Aptullah Kuran'ın oğlu, özellikle
İslam inancı ile ekonomi arasındaki ilişki üzerine çalışmalarıyla tanınan bir iktisat tarihçisidir.
Çok uzun yıllardır ABD'de yaşıyor. Halen kalburüstü yüksek
öğretim kurumlarından Duke Üniversitesi'nde
profesör.
Timur, tanıdığım en koyu
Beşiktaş taraftarıdır. Dünyanın öbür ucundaki
Güney California Üniversitesi'nde çalıştığı yıllarda Beşiktaş'ın oynadığı bütün maçları video kayıtlarını getirterek izlerdi. Şimdilerde çanak anteni sayesinde canlı olarak seyrediyor. Aynen şöyle diyor: "Saat farkı nedeniyle maçları öğle vakti izliyorum. Eğer kazanırsak moralim düzgün olarak işe devam ediyorum. Kaybedersek kahroluyorum; günün geri kalanı mahvoluyor..."
Timur geçen yılın son günlerinde, kadı defterlerinden hareketle 17. yüzyılda
Osmanlı ekonomisi üzerine yapmakta olduğu araştırma vesilesiyle İstanbul'daydı. Beşiktaş o hafta deplasmanda olduğu için birlikte İnönü'ye gitme keyfini yaşayamadık, ama maçı birlikte televizyondan seyrettik. Sonra da oturup uzun uzun dertleştik... Süleyman Seba'nın kulüp başkanı (1984�2000),
Gordon Milne'in de
teknik direktör olduğu (1987�1993) dönemde Beşiktaş
altın yıllarını yaşamış; 1990, 1991 ve 1992'de üç yıl üst üste, sonra 1995'te yeniden
şampiyon olmuştu. Başarının sırrı, saygın, ilkeli ve istikrarlı yönetimdi. Yerini alan
Serdar Bilgili de (2000�2004) Seba geleneğini sürdürmüş, Mircea
Lucescu'yu takımın başına getirerek 2003'te, kuruluşunun 100. yılında takıma son şampiyonluğu kazandırmıştı.
Yıldırım Demirören'in başkan seçildiği Haziran 2004'ten bu yana 4
teknik direktör (halen
İspanya Milli Takımı'nın başındaki Vicente del Bosque,
Rıza Çalımbay, Jean
Tigana ve
Ertuğrul Sağlam) gelip gitmiş, ama
şampiyonluk yüzü görülmemişti. Çocuklar artık Beşiktaşlı olmuyordu... Başkan Demirören'in başarısızlığı, Beşiktaş'a karşı "20 yıldır" kurulan komplolarla açıklamaya çalışması, hiç inandırıcı olmadığı gibi yakışmıyordu da... Timur şöyle yorumluyordu: "Eskiden Beşiktaş'ın diğer kulüplerden ayrılan özel bir duruşu, bir centilmenliği vardı. Son yıllarda kulüp çeşitli olumsuzluklarla anılır oldu. Bunların telafisi yıllar alabilir... Tutumlar değişmediği takdirde, değil Del Bosque ya da Lucescu ayarında olanları, onların tırnağı olamayacak teknik direktörleri
transfer etmekte bile zorlanabiliriz..."
Teknik direktörlüğe Mustafa Denizli'nin getirilmesi pek umut uyandırmamıştı. Kısacası, iki koyu Beşiktaşlı olarak, koyu bir karamsarlık içindeydik... Artık "Beşiktaş'a da bir Obama gerek" diye yazmalıydım. Hatta yazıyı kaleme aldım bile, ama siyasi gündemin yoğunluğu yayınlamaya fırsat vermedi. Derken takımda bir kıpırdanma hisseder olduk. Her maç sonrasında teati ettiğimiz mesajlara giderek iyimserlik hakim olmaya başladı. Fenerbahçe'yi 4�2 yenip
Türkiye Kupası'nı aldığımız maçtan sonra Timur, "Tünelin ucu göründü!.." diye yazdı. Son üç maçın her dakikasında "öldük öldük dirildik..." Ama sonunda 6 yıllık hasret bitti; Beşiktaş şampiyon olduğu gibi, 19 yıl sonra yeniden çifte
zafer kazandı.
Anlayacağınız, Beşiktaş taraftarları olarak sanki bir mucize yaşıyoruz. Ama doğrusu bu hiç de bir mucize değil; Mustafa Denizli'nin eseri olan büyük bir zafer. Üç büyük takımı şampiyon yaparak erişilmesi imkânsız bir başarıya
imza atan Denizli'yi kutluyor, ona candan teşekkür ediyoruz. Başkan Demirören'e gelince: Hakkında yaptığımız bütün eleştirileri unuttuk bile...
Beşiktaş taraftarlarının bütün yurda yayılan kutlamalarına da bakınca düşünmemek elde değil: Futbol, dünyanın hemen her yerinde, ama hele eğlenmek için fazla vesilesi olmayan Türkiye'de benzersiz bir eğlence; yaş,
cinsiyet, ırk, dil, din, etnik grup, sosyal sınıfa bakılmaksızın insanlar arasında bağlar kuran bir meşgale. Ezcümle
futbol, hafife alınacak şey değil.