Almanya’daki
Deniz Feneri soruşturması, 25
Nisan 2007 günü gerçekleştirilen polis baskınıyla başladı. Dernek binasındaki bilgisayar, muhasebe kayıtları ve diğer tüm
belgelere el kondu. Yöneticiler Mehmet Gürhan, Mehmet Taşkan ve Firdevsi Ermiş tutuklandı.
Baskını tetikleyen gelişmeler ise Abdurrahim
Vural ve Sema Tokgöz’ün farklı tarihlerde
kaleme aldığı ihbar mektuplarıyla start aldı. Dediler ki: ‘Yardım paraları kötüye kullanıldı, ayrıca
vergi kaçakçılığı yapıyorlar.’
Alman savcılığı
iddianamesini hazırladı, derneğin
yardım kampanyasında topladığı 41 milyon avronun 18 milyonluk kısmının amacına uygun kullanılmadığını, kuryeler aracılığıyla
Türkiye’ye gönderildiğini iddia etti.
Tıpkı
12 Haziran 2007 tarihinde gerçekleştirilen
Ümraniye Baskını gibi
Almanya’daki Deniz Feneri
davası, basit bir yolsuzluk davasıydı.
Nitekim, Almanya’daki Deniz Feneri ile ilgili gelişmeler, başlangıçta
Doğan Grubu gazetelerinde kısa haber olarak yer aldı, sonra unutuldu, tümden üzerine yatıldı. İddiaların bini bir paraydı, kimse görmedi.
Yaklaşık 1.5 yıl böyle devam etti.
Dava nasıl yoldan çıktı?
İki kritik gelişme, Deniz Feneri’ne yüklenen anlamı değiştirdi,
iktidar kavgasının en önemli
silahı haline geldi.
Yeni misyonu şekillendiren birinci gelişme, 12 Haziran 2007’de başlayan çete operasyonunun
Ergenekon’a dönüştürülmesiydi. Başlangıçta ABD’nin himayesindeki Ergenekon, 1
Mart 2003 tezkeresinden sonra yol ayrımına gelmiş, sonrasında
Avrasya teziyle
Rusya’nın etki alanına girmiş, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Almanya ve
Fransa ile flört etmeye başlamıştı.
Derin Almanya, Ergenekon’un çökertilmesini hiç haz etmedi. Deniz Feneri’ne sarıldı, bu dava üzerinden iktidarı vurmaya başladı, Türk
siyasetini etkilemeye çalıştı. Mahkeme kararı veya dosyasında olmayan birçok unsur, ‘tercüme’ hilesiyle basına sızdırıldı, aynı şekilde Türkiye’ye gönderildi.
Sanık Firdevsi Ermiş’in ‘yardım paralarını başbakanlığa götürdüm’ ifadesi, ‘başbakana götürdüm’ şeklinde sunuldu, derneğin emlak işlerini yürüten firmanın ilk ismi ‘Weiss’ kelimesinin ‘Beyaz’ anlamına geldiği belirtilerek
AK Parti arasında bağlantı kurulmaya çalışıldı. Biraz zorlasalar,
sunucu Beyaz’a kadar uzanacaklardı.
Amiyane tabirle, Alman Ergenekon’u işbaşındaydı. Başkomiser Alexander Böhm ise sözcü gibiydi. Dava, yolsuzluk davası olmaktan çıkarılıp rövanş duygusuyla Türkiye’deki siyaset tarlasını sürme operasyonuna dönüştürülüyordu.
Almanya lehine süreci güçlendiren ikinci gelişme, iktidar partisiyle Doğan Grubu arasındaki kavgaydı.
Hilton arazisinde umutların suya düşmesi,
rafineri planının yatması,
Vatan Gazetesi’nin satışında pürüzler çıkması, SPK ve
Maliye incelemeleri, frekans sorunu gibi bir dizi problem, davanın, Ergenekon’un karşısına dikilmesi için konjonktürü uygun hale getirdi.
1 Temmuz 2008’de iki
emekli orgeneralin gözaltına alınması, ardından tutuklanmasıyla zaten Ergenekon geri dönüşü olmayan yola girmişti.
Şimdi kavga zamanı
2008 yılı
Ağustos sonunda düğmeye basıldı. 1.5 yıldır dosyayı görmeyen gözler açıldı, raflardaki tozlar alındı ve piyasaya sürüldü.
Gündeme getirilen iddiaların hiç biri yeni değildi, dava dosyasında vardı, daha da vahimi dosyanın tümü, öncesinde Doğan Grubu’nun cevval kalemlerinin elindeydi.
17
Eylül 2008’de Alman
mahkemesinin,
dernek yöneticilerinden Mehmet Gürhan’ı 5 yıl 10 ay, Mehmet Taşkan’ı 2 yıl 9 ay ve Firdevsi Ermiş’i 1 yıl 10 ay
hapis cezasına çarptırmasıyla,
hesap adamlarının işi daha da kolaylaştı.
Mahkeme, ellerindeki belge ve ifadelere göre çok haklı bir karar vermiş olabilir. Kaldı ki, kişisel kanaatim kararın doğru olduğu yönündedir. Sanıkların pişmanlıktan yararlanıp suçlarını
itiraf etmeleri bile, yeter, artar bile.
İtirazım; yolsuzluk davasının, içinde
cinayet,
kundaklama,
patlayıcı, silah,
darbe ve
komplolar bulunan Ergenekon davasıyla aynı terazinin kefelerinde tartıya çıkarılmak istenmesi, ilave olarak siyaset mühendisliğinin enstrümanı haline getirilmek istenmesinedir.
Bedeli AK Parti ödedi
Haklarını teslim etmek gerekir, başardılar. Hem Doğan Grubu hem
CHP, bu süreci iyi yönetti. Kuşkusuz en büyük takdiri, Almanya kazandı! Olayda hiçbir sorumluluğu olmadığı halde en ağır bedeli AK Parti ödedi, ödemeye devam ediyor. Eğer, AK Parti, yanlışlarından
ders çıkarmazsa, ilk seçimde daha ağır bir bedelle karşı karşıya kalabilir.
O nedenle, yolsuzluk iddialarının üzerine gidilmesinde daha cesaretlendirici olmalı, ne tür pislik varsa ortaya çıkarılıp sorumlularının cezalandırılması konusunda ‘engelleyen’ algısı oluşturmamalı, ancak davanın siyasallaştırılması ve Ergenekon’a karşı pazarlık aracı haline getirilmesinin önüne geçmelidir.
Ağızdan çıkan her lafın, atılan her adımın stratejik önemi olmalıdır. Çünkü; yakında Deniz Feneri’nin Türkiye ayağı dava konusu olur. Üç savcı titiz bir şekilde çalışmalarını sürdürüyorlar. Ellerinde dava açmayı gerektirecek tek ciddi belge olmasa bile dava açmaktan kaçınamazlar. Üzerlerinde öyle yoğun medya baskısı var ki, ancak topu mahkemeye atarak sıyırabilirler.
Savcılar,
takipsizlik verseler bile,
Sincan’da Osman ağabeyim var. Kale gibi, oradan asla top sekmez. Kaldı ki, yolsuzluk iddialarının üzerine gitmek, siyasetin, her şeyden önce iktidar partisinin asli görevidir.
Akman’ın kararı
Bu süreçte bir önemli görev ise
RTÜK Başkanı
Zahid Akman’a düşüyor. Hakkında henüz iddianame bile hazırlanmadı, ifadesi alınmadı, ama yargısız
infaz ediliyor. Ortada ne günlükler, ne
el bombası, ne law silahı, ne cinayet, ne siyasi komplo var, ama şimdiden hükmü verildi bile!
Şu da bir gerçek; CHP ve Ergenekon medyası öyle yoğun kampanya oluşturdu ki, gelinen noktada varlığı, istismarcıların değirmenine su taşımaktan öte anlam taşımaz oldu.
Akman bir karar vermeli, kalmak ve gitmek arasındaki hesabı iyi yapmalıdır. Unutmamalı, bazen daha yükseğe zıplamak için iki adım geri atmak gerekir. Şimdi, öyle bir an. İnançlı insan için
istifa, hatta
ölüm bile yenilgi değildir.