En önemlisi,
Cihan Haber Ajansı muhabiri Lütfi Aykurt'un dağda bırakılmasına açıklık getirmek istemiş. Yaptığı açıklamadaki bilgi eksikliği sanırım
Orgeneral Başbuğ'un hatası olmaktan çok, ona bilgi sunan ekibin yanlışını ortaya koyuyor.
Zaten Cihan Genel Müdürü
Abdülhamit Bilici bilgi eksikliğinden kaynaklanan ayrıntıları kamuoyuyla paylaştı. Net bir şekilde görünen o ki 'ölümüne
akreditasyon' milletimizi yürekten yaraladı. TSK da bunun farkında olmalı ki Başbuğ bu konuyu örtbas etmeye kalkmıyor. Peki ya
gazeteciler? Onların yürekleri sızlamadı mı? Bu haksız
uygulama karşısında 'Ayıp oluyor ama' demediler mi?
Meslek heyecanıyla
basın özgürlüğüne sahip çıkmayı düşünmediler mi? Düşünselerdi iki buçuk saat süren basın toplantısında
Genelkurmay Başkanı 'Siz sormadınız ama' diye cümleye girer mi? Bu cümleyi tarihe kaydetmek gerekiyor...
Tarihe düşülecek başka notlar da var. Mesela
Basın Konseyi'nden bir yetkili bana (hafif de sitem ederek) bir e-
mail göndermiş. Okuyunca hayretler içinde kaldım. Resmen ölümüne akreditasyon uygulamasını savunuyor. Oradan gelen mesajla Orgeneral Başbuğ'un bu konuyla ilgili söylediklerini yan yana getirdiğinizde şu sonuca varıyorsunuz:
Genelkurmay Başkanı,
Basın Konseyi yöneticilerinden daha demokrat, daha özgürlükçü. Zaten öyle olmasaydı bu yazının başlığındaki cümle bu kadar anlamlı olmazdı!
Gönderilen mesajda Cihan muhabirinin aslında bahsi geçen helikopterle olay yerine gitmediği; dolayısıyla o dondurucu soğukta dağ başında bırakılmasının makul olduğu anlatılıyor. İnanmayacaksınız belki ama maalesef yaklaşım bu. Yazık! Anlaşılan bazı Konsey üyeleri, ortadaki
manzarayı hiç mi hiç anlamamış. Onlara basit bir iki soru sormak kâfidir. Mesela dense ki: 'O dondurucu soğukta Cihan muhabiri DHA muhabiri gibi helikopterle olay yerine gitmek için başvursaydı '
evet, gelebilirsin' cevabını mı alacaktı?' Diyelim ki böyle bir başvuru da olmadı böyle bir incitici
sansür de yapılmadı;
Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümüyle sonuçlanan o aramalar sonrasında bir haber işçisinin dağ başında bırakılması makul sayılabilir mi? Kaldı ki muhabir arkadaşımıza o günkü zor şartlar sebebiyle askerlerden 'Sen de gel' teklifi yapılıyor. Tam helikoptere binecekken işgüzar bir askerî yetkili 'Sen neredensin?' diye soruyor ve 'Cihan' cevabını alır almaz 'binemezsin' emrini veriyor!
Eğer bu vahim manzara meslek örgütü olduğunu savunan Basın Konseyi'ni rencide etmiyorsa ve onları harekete geçirmiyorsa ortada korkunç bir hata var demektir. Bu korkunç durum karşısında 'Ama sizin muhabiriniz zaten askerî helikopterle olay yerine gitmemiş ki' şeklinde olaya yaklaşmak, bir meslek örgütüne yakışmaz. O kadar ki Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarını onlara hatırlatmaktan başka çare göremiyorum. Ne diyor Başbuğ: "Gerektiğinde, zorunlu olduğu zaman teröristi bile helikopterde taşıyoruz... Değişik bir bilgi varsa bize yollasınlar, ben incelerim. Hata varsa hatayı kabul ederim ve gerekene de
hesap sorarım."
Bir önemli ayrıntıyı daha buraya yazmak boynumuzun borcu. Dağdaki akreditasyon haberlerini başta
Doğan Grubu olmak üzere bazı medya grupları neredeyse görmedi. İşte bunu anlamak çok zor! Size 'yorum yapın, askeri eleştirin' diyen yok ki! Ne yaşandığını söylemek bile bu kadar zor olunca, ihtiyaç hâsıl olduğunda söylenen 'basın özgürlüğü' söylevleri inandırıcılığını kaybediyor. Daha
komik bir durum var. Bir gazete geçtiğimiz günlerde 'Beki kapattı, hukuk açtı'
manşetiyle çıktı. Mesele yine akreditasyon. Şimdi Radikal'de köşe yazarlığı yapan
Akif Beki,
Başbakanlık basın müşaviri iken bazı gazetecilerin akreditasyonunu iptal ettirmişti. Eleştirilere maruz kaldığında da şuna benzer açıklamalar yapmıştı: 'Hiçbir gazeteye sansür ya da akreditasyon uygulamıyoruz. Biz yalan haber yapan muhabirlerin akreditasyon belgelerini iptal ediyoruz.' Akreditasyonları iptal edilen gazetecilerin şikâyeti üzerine yargı karar vermiş ve bu uygulamanın hukukî olmadığını söylemiş. Ya diğer akreditasyonlar? Onlar hukukî mi? Her neyse...
Bir gazetemiz, yargının kararını basın özgürlüğü açısından önemli buluyor ve manşet yapıyor. Olabilir. Ancak aynı duyarlılık dağda bırakılan ve adeta zorla helikopterden indirilen meslektaşlarına karşı da yapılmalı. Tuhaf olan şu: Bahsi geçen gazetelerin yöneticilerini tanıyorum, onların basın özgürlüğü ve akreditasyon konusundaki asli yaklaşımlarını biliyorum. Onlar da akreditasyonun yanlışlığını herkes kadar biliyor. Niçin bu konuda çekingen duruyorlar acaba? Hükümeti eleştirirken
aslan kesiliyorlar, polisi yerden yere vuruyorlar, yargıyı bazen temelden sarsıyorlar... Sus pus olmalarının sebebi asker mi acaba? Sivil irade akreditasyon yaptığında kıyameti koparanlar askerî akreditasyon karşısında niçin aynı hassasiyeti göstermiyor ki? Vahim bir kuşku kara bir gölge gibi kuşatıyor Türk medyasını...
Aslında yeri gelmişken kaydetmek lazım ki akreditasyon mağduru gazeteler şu ana kadar olayı yargıya hiç taşımadı. Korkularından mı? Kesinlikle hayır. Aldıkları kültür itibarıyla hâlâ 'Aman ordumuz yıpranmasın. Bu uygulama 28 Şubat'ın olağanüstü anormal şartlarından dolayı ortaya çıktı.
Türkiye normalleştikçe bu durum da normalleşecek.
Askerler
demokrasi sınavında mesafe aldıkça bu sorun çözülecek' dediler ve sabrettiler. Hata mı ettiler?
İki buçuk saatlik toplantıda sorulmayan, sorulandan daha çok. Soruların bir kısmı da
sipariş kokuyor. Özel bir takıntı ile yöneltilen sorunun pas atma özelliği taşıdığı da gözden kaçmıyor. Demokratik ülkelerde böyle toplantılar olur mu olmaz mı; bu ayrı bir
tartışma konusu; ancak açık bir gerçek var ki o da şudur: Bu tip toplantılar hangi gazetecinin ne kadar bağımsız ve demokrat olduğunu deşifre ediyor. Her demokrasi yokuşunda astımı nüksedenler, oradan buraya savrulurken kendi haklarında tarihe de not düşüyor. 27
Nisan muhtırasında da böyle olmuştu. Demokrat diye bildiğimiz bazı kişiler bir lahzada bambaşka bir telden çalmış, bambaşka şarkılar söylemişti... Umarım bir gün 'siz sormadınız ama' diye başlayan cümleler eşliğinde gazetecilik itibarını kaybetmesin...