Özellikle arada sırada şikâyetçi olduğum aydın bozuntularının, çifte standartlı ve ayrımcı tavırlarının
topluma nasıl zarar verdiğini anlatmaya çalışacağım.
Milletimiz ayrımcı değildir
Efendim, aksine bir
takım iddialara rağmen, milletimiz tarih boyunca hiçbir zaman ayrımcı olmamıştır. Bunda barış dini İslâmiyet’in de rolü büyüktür. Kendisini en sade tarifiyle ‘
Allah’ın kulu’ olarak gören derviş meşrep insanımız, hiçbir şekilde ayrımcı kimlikler peşinde koşmamış, daima mütevazı hâliyle farklı olanı hep bağrına basmıştır. ‘Millet-i İbrahim’in kucaklayıcı mesajı,
modern millet anlayışı dönemlerinde de insanımızı, sosyolojik millet tariflerinin keskin kimlik ayrımlarından korumuş; özellikle ‘ırk ayrımı’
temeline bağlı Batı nasyonalizminin bölücü tesirlerinden âzâde kılmıştır.
Yüzlerce yıllık imparatorluk tebaası olarak sulh ve sükûn içinde beraberliği gerçekleştiren toplumumuzda, bırakınız etnik kültürün ayrımcılığını, din ve
inanç farklılığı dahi ayrım konusu oluşturmamıştır.
Anadolu’da uzun yıllar boyunca insanımız
Ermeni komşusunu ‘Bizim gâvur Türkler’ diyerek benimsemiştir. Hele
Müslüman halkın arasında Türk,
Kürt, Zaza, Arap, Çerkez vs. diye ayrım yapıldığı görülmüş şey değildir. Zaten kültürlerimiz arasındaki benzerlikler de farklılıklara göre çok daha fazladır.
Ancak, ne yazık ki, başta dış tesirler olmak üzere şuursuz ve suiniyetli bir takım aydın mâkulesinin fitneleri yüzünden ayrımcılık rüzgârları esmeye başlamıştır. Bereket versin ki, bu esintiler az miktardaki ırkçı
militan gruplar haricinde toplum tarafından benimsenmiş değildir.
Hangi ‘
Türkiyelilik’
Efendim, bir toplumda elbette birbirinden her bakımdan farklı insanlar yaşayacak ve bu farklılıklar kimseyi rahatsız etmeyecektir. Liberal felsefenin bireyi/ferdi esas alan görüşüyle medeniyetimizin temelindeki inancın önemli bir paralelliği vardır. Farklılığın bir bakıma zengin sayılabileceğini elbette kabul ediyoruz.
Lâkin bu iyi niyetli liberal/hürriyetçi yaklaşımla, sosyal dayanışmadan millî birliğe, oradan da siyasî birlik ve bütünlüğe varan art niyetli politik hesaplar yapılıyorsa, bunu kabullenmemiz mümkün değildir.
Org. Başbuğ’un,
Atatürk’ün ‘Türkiye Halkı’nı ‘Türk Milleti’ olarak tanımlayan son derece isabetli bir sözünü, ‘Türkiye halkları’ ve ‘Türkiyelilik’ söylemiyle suistimal etmenin; ‘mozaik’ benzetmesini tamamlayıcı özelliğiyle değil, bölücü unsurlarıyla ele almanın ve Türkiye’nin
çok sayıda etnik halktan oluştuğunu söylemenin ‘ayrımcılık’tan başka açıklaması olabilir mi?
Millet, devlet ve toplum olarak beraberliği sadece coğrafî ortaklıktan ibaret sayan, bin yıllık vatanımıza ‘Türkiye’ ismini çok görenler, ayrımcılıktan başka ne yapmış olabilirler ki?...
Kaşıyıcılar
Efendim, Türkiye’de çoğunluğu aydın sayılan bir ‘kaşıyıcılar’ esnafı vardır. Bunlar, toplumdaki farklılıkları ve zıtlıkları büyüteç altına koyarak çığırtkanlık yapmayı; kişiler ve sosyal-siyasî topluluklar arasındaki farklılıkları kaşımayı âdeta kendilerine iş edinmişlerdir.
Kaşıyıcılar, önce sosyal sınıflar arasındaki farklılıkları marksist çerçevede gündeme getirmişler; kısır diyalektik yöntemleriyle insanımızı
devrimci-karşıdevrimci diye ayırmaya kalkmışlardır. İştirakçi
Hilmi’den bu yana bir asır uğraştıktan sonra hiçbir sonuç alamayan kaşıyıcılar, etnik farklılıklar üzerinde yoğunlaşıp ırkçı, marksist, Kürtçü bir ayrımcılık uygulamayı denemişler; bu defa dış odakların ve
terör örgütünün de yardımıyla toplumumuzda ayrımcılık rüzgârları estirmeyi başarmışlardır.
Kaşıyıcıların önemli bir istismar alanı da alevî-sünnî ayrımcılığı olmuş; özellikle 1960 sonrası dönemde bu
tahriklerin neticelerini almaya başlamışlardır.
Lâkin kaşıyıcılar, en fazla ‘ulusalcı’ kimlikleriyle yaptıkları lâik-antilâik, cumhuriyetiçi-demokrat ayrımcılıklarıyla zarar vermiş ve TSK’yı tahrik ederek demokrasiye karşı komplolar hazırlamışlardır.
Ergenekon Çetesi’nin ve
darbecilerin kaşıyıcılıkları da, işte bu tarihî ihanetten gelmektedir.
Senin darben kötü, benim darbem iyi
Efendim, çifte standartlı aydınlarımız ülkemizdeki darbeleri de paylaşmışlardır. Demokratik ülkelerdeki aydınlar, hangi görüşte olurlarsa olsunlar, darbelere karşı demokrasinin yanında yer almışken; bizim jakoben aydınlarımız ‘Senin darben kötü, benim darbem iyi’ tartışması içine girmişlerdir.
Örnek mi istersiniz, buyurun gösterelim...
CHP’li, solcu, ulusalcı aydınlar hiçbir şekilde 27
Mayıs Darbesi’ne toz kondurmazlar. Devlet adamlarının idam edildiği bu darbe, hâlâ
gençlik nostaljileri olarak yüzde 100 benimsenir.
12
Mart bakımından bir nebze şaşkınlık vardır. 9 Mart’ta Baasçı sosyalist bir tepeden
inme ‘devrim’ hazırlayan bu tayfanın, önce emeline nâil olamadığı için eli böğründe kalmış ama solcu ‘Onbirler Hükûmeti’ ile yüreğine bir nebze su serpilmiştir. Netice olarak,
12 Mart’ın bu
darbeci güruh tarafından yarı yarıya benimsendiği söylenebilir.
Bu ayrımcı
ekip 12
Eylül’den hiç hoşlanmaz. Aslında
12 Eylül’de solcular kadar sağcılar da çile çekmişlerdir. Üstelik 12 Eylül Cuntası, gerek Danışma Meclisi’nde gerekse bürokraside hep bu ulusalcı-CHP’li tiplere itibar etmiştir.
Nihayet, 28
Şubat da aynen
27 Mayıs gibi CHP’li, solcu, ulusalcı takım tarafından alkışlanmış ve yüzde 100 benimsenmiş bir darbedir.
Bütün bu darbeler dönemi incelendiğinde asıl kurbanın, kayıtsız şartsız egemenliğin sahibi olması gereken millet/halk olduğu açıkça görülecektir. Ne yazık ki aydın geçinenler, ayrımcılığa o derece kendilerini kaptırmışlardır ki, antidemokratik müdahaleler karşısında bile birleşememektedirler.
Ergenekon Soruşturması’nda demokrasinin bekası için zorunlu bir yargı mekanizmasına karşı çıkanlar da ayrımcılığı mizaç hâline getirmiş bu çifte standartlı ve taraflı aydınlardır.