Hürriyet gazetesi 13
Mart günü "Hepimiz
Balbay'ız" başlığıyla, "Türk basınının önde gelen gazeteci ve yazarları"nın,
tutuklu gazeteci
Mustafa Balbay'a
destek vermek için,
Cumhuriyet gazetesinin Şişli'deki binasında buluşarak Balbay'ın kitaplarını imzaladıklarını duyuruyordu.
Hürriyet'in başyazarı
Oktay Ekşi eylemin gerekçesini şöyle açıklıyordu: "Güç odakları
özgürlük mücadelesi veren gazetecileri cezalandırmak için ellerinden geleni yaparlar. Mustafa Balbay bunun bir örneği. Onun için buluşmuş olmak, mesleğimize karşı borcumuzu ödemek anlamına geliyor..." İtiraf edeyim ki bu haberi okuduğum zaman, hemen aklıma Hasan Cemal'in "
Medya adam olmadan,
demokrasi adam olmaz!" lafı geldi. Niye?
Şöyle başlayayım: Hürriyet gazetesinin önceki sahibi
Erol Simavi 1989'da verdiği bir mülakatta, "Türkiye'de birinci kuvvet ordu mudur?
Hayır, basındır. Çünkü orduyu ihtilale hazırlayan basındır..." demişti.
Orduyu
darbeye hazırlayan basın mıdır, yoksa ordu mu basını darbe için kullanır, tabii tartışılabilir. Simavi'nin gözlemini dile getirdiği günden bugüne değişen bir şeyler olduğu da ileri sürülebilir. Denebilir ki, basındaki demokrasi düşmanları düne nazaran bugün çok daha marjinalleşmiş konumdadır.
Ergenekon davasında yargılanan darbe girişimcilerinin, "Bu medyayla darbe olur mu!" diye yakınmalarının (Bkz.
Taraf, 17 Mart) nedeni de belki budur.
Türkiye'de medyanın "adam olmasını", yani demokratik işlevlerini yerine getirmesini engelleyen sorunlar elbette Simavi'nin işaret ettiği meseleyle sınırlı değil.
Basın özgürlüğünü kısıtlayan kanunlardan, medyadaki aşırı mülkiyet temerküzünden, hükümetlerle büyük medya patronlarının birbirlerinden avanta elde etmek için birbirlerine karşı "havuç�
sopa" taktikleri uygulamalarından, medyada gazetecilerin görevlerini devlet, hükümet ve patron baskısından uzak olarak yerine getirmelerini mümkün kılacak "editoryal
bağımsızlık" denen şeyin bulunmamasından ibaret de değil.
Medyada yüksek gelir düzeylerini ve sosyal statülerini tamamen patronlarına borçlu olan, bu yüzden meslek ilkelerinden çok patronlarına bağlı olan "medya aristokrasisi"nin, gazeteciler arasında meslek ilke ve ahlakını ya da ifade özgürlüğünü savunmak amacıyla (sendikal veya sair)
dayanışmaya yer bırakmamış olması da ciddi bir sorun. Bu yüzden gazeteciler arasında, patronlardan, hükümetlerden ya da askerden gelen baskılara karşı dayanışma yok. İşinden şu veya buradan gelen baskıyla kovulan gazeteciler için
parmak dahi kımıldamıyor.
Hal böyle iken "Hepimiz Balbay'ız" eylemi ilk bakışta, gazeteciler arasında şaşırtıcı, çığır açıcı bir dayanışma örneği olarak görülebilir. Ne var ki, bu yoruma koyu bir gölge düşüren birkaç husus var: Birincisi,
evet yargılama sona erene kadar Balbay "masum"dur. Balbay, bütün öteki sanıklar gibi, hukuk kurallarına uygun olarak yargılanmalıdır. Ancak herhangi bir suçtan değil, darbe hazırlamakla suçlanan Ergenekon örgütü davasında, tutuklu olarak yargılanmakta.
Gazeteci olması, herhalde, isnad edilen suçu işleyemeyeceğine dair karine olamaz. Hele bizim ülkemizde.
İkincisi, 28
Şubat sürecinde
Cengiz Çandar ve Mehmet Ali
Birand adlı meslektaşlar,
PKK ile
işbirliği yaptıklarına dair asker kaynaklı bir iftiraya
hedef olup işlerine son verildiğinde, "Alçakları tanıyalım" diye yazmakta tereddüt etmeyen
Oktay Ekşi'nin de eylemciler arasında bulunması. Üçüncüsü, eylemcilerin çoğunun, demokrasiye ve hukuk devletine kastedenlerin yargılandığı Ergenekon davasını, hükümetin muhalefeti susturma çabasının ürünü olarak gösterme gayretinde olmaları... Bütün bunlar hesaba katıldığında, eylemden gazetecilik mesleği adına umutlanmak mümkün değil. Aksine...
Sabah gazetesinin "milli menfaatler"i korumak amacıyla bir habere
sansür uyguladığını övünçle açıklaması ise, medyanın "adam olmak"tan ne kadar uzak olduğunun yalnızca başka bir tezahürü. (Bu konuda lütfen bkz.
Ahmet Altan, "Gazete v
e devlet", Taraf, 17 Mart)