Afrika ülkelerinden birinde görev yaptığı sırada,
büyükelçi unutamayacağı bir hadiseye şahit olur. Diğer ülkelerin temsilcileriyle birlikte resmî bir törene davet edilmiştir. Koltukların üzerindeki isimlere bakarak oturacağı yeri ararken, ilginç bir tabloyla karşılaşır.
İsminin yazılı olduğu
koltuk, diğerlerinden daha yüksektir. Bunun tesadüf olduğunu düşünür ve oturur. Ancak bu durumu gören bir Batı ülkesinin büyükelçisi, ev sahibi ülkenin
protokol yetkilisine nedenini sorar. Zira diplomaside bu ayrıntıların önemi büyüktür. Protokol görevlisinin cevabı manidardır: Bizim gözümüzde
Osmanlı'nın yeri ayrıdır. Osmanlı'nın vârisi
Türkiye'nin temsilcisine, gönlümüzdeki yerine göre bir yeri uygun gördük.
Baş
bakanlık Dış Politika Danışmanı
Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin Afrika
açılımının tarihî temellerini anlatırken, bu sahne gözümün önünde canlandı. Çünkü bu hadise, bizler unutmuş olsak da Afrika ile ilişkilerimizin köklü temelleri olduğunu gösteriyordu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün
Kenya ve Tanzanya'ya yaptığı ziyaretlerin ardından, "gereksiz diplomasi, yeni eksen arayışı, AB
hedefinden sapma, üçüncü dünyacılık" gibi muhtemel eleştirilere karşı düzenlenen bu bilgilendirme toplantısı çok faydalı oldu.
Anlatılanlar, satır başlarıyla dünden bugüne tarihimizin Afrika'ya bakan yüzünü görme imkanı veriyordu: Portekiz'in Afrika içlerine uzanmaya başladığı 1500'lü yıllardan beri Osmanlı'nın
bölgeyle yakından ilgilendiğini; sömürgeciliğin yıkıcı etkisini önlemek için
Mombasa Limanı'ndan Nijerya'ya bir hat oluşturduğunu; en uzak yeri anlatmak için darb-ı mesel haline gelen Fizan'ın aslında Osmanlı'nın Büyük Sahra siyasetinin merkezi olduğunu;
Güney Afrika'ya elçi olarak gönderilen Ebubekir Efendi'nin Cape Town'da İstanbul'da yeni kullanılmaya başlayan fesi tanıtmak için
atölye kurduğunu; önce Şii, sonra Vehhabi etkisine karşı Zanzibar Sultanı ile Osmanlı arasında ittifaklar kurulduğunu; 1930'larda bile Habeşistan'da İtalyan işgaline karşı direnişi bir Türk paşasının organize ettiğini; 1924'te Hilafet kaldırılınca Darfur'un Osmanlı'ya bağlı olduğunu ilan ederek
İngiliz yönetimindeki Sudan'a tabi olmayı reddettiğini görüyorduk.
Bütün bunlar, Afrika siyasetinin tarihe saplandığı ve bir nostaljiden ibaret olduğu anlamına gelmiyor. Aksine ecdadımıza dair bu hatıraların, yeni açılım için sağlam bir temel oluşturduğunu ortaya koyuyor. Son dönemde birazcık ilgilenmeyle elde edilen netice, potansiyelin ne kadar büyük olduğunun delili.
Güvenlik Konseyi üyeliğimiz için yapılan oylamada 53 Afrika ülkesinden 51'inin Türkiye lehine oy kullanmasından daha iyi bir gösterge olabilir mi?
Bu olumlu bakış açısı olmasa, ilk kez bir Türk Cumhurbaşkanı'nı ağırlayan Tanzanya'da ev sahibi devlet başkanı, Abdullah Gül'den nisan ayında Londra'da yapılacak G-20 toplantısında kendilerini temsil etmesini, sorunlarını o platforma taşımalarını ister mi?
Afrika'ya açılımın olumlu sonuçlarını ticaret rakamlarında da görmek mümkün: Geçen yıl Afrika'yla yapılan ticaret 20 milyar doları bulmuş. 2010'da hedef 30 milyar dolar. Yaygın imajın aksine Afrika sadece kuraklığın ve açlığın hakim olduğu fakir bir kara kıta değil. Sadece Gine'de yeni keşfedilen 25 milyar varillik petrol rezervi, dünyanın en zengin yataklarından biri olmaya
aday.
Hızlı mesafe alınsa da yüksek potansiyeli olan ve
Afrika Birliği çerçevesinde yeni bir yapılanma sürecine giren bu kıtaya açılımda hayli geç kalındığı da bariz. Ülkelerin kıtadaki
elçilik sayıları bunun objektif göstergesi.
Küresel güçlerin kıtadaki elçilik sayısı 40'ın üzerinde. Brezilya'nın elçilik sayısı 30; İran'ın 21. Türkiye'nin ise sadece 12 elçiliği var. Hükümetin hedefi ilk etapta 10 elçilik açarak 20'nin üzerine çıkmak.
En sevindirici haber ise ilk kez Ankara'nın bir bölge ya da ülkeyle ilgili siyasi yaklaşımını bir strateji
belgesine dökecek olması. Önümüzdeki günlerde kamuoyuna duyurulması beklenen Afrika
Strateji Belgesi,
Başbakan tarafından imzalanarak devlet birimlerine dağıtılacak. Belge, hem kamuya hem özel sektöre hem de
sivil topluma Afrika'ya açılım konusunda yön gösterecek.