Geçen hafta Stockholm'e gittim ve
İsveç Türk Parlamenterler Derneği'nin düzenlediği bir toplantıya katıldım.
19
Şubat'taki toplantıda, geçen ekime kadar yaklaşık 7 yıl İsveç'in
İstanbul Başkonsolosluğunu yapan, belki
Türkiye'yi en iyi tanıyan Avrupalı diplomat olan ve
emekli olduktan sonra Lund Üniversitesi
Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nde
ders veren Büyükelçi Ingmar Karlsson, Türkiye�AB ilişkilerinde gelinen noktayı anlattı. Ben de Türkiye'deki son siyasi gelişmeler üzerinde durdum.
Konuşmamda Türkiye'nin görece eski bir
demokrasi olmasına karşın, hâlâ daha demokratik rejimi yerleştirememiş oluşunun nedenleri üzerinde durdum. Bu bağlamda askerin siyasi rolüne, yargının siyasi sürece müdahalelerinin rejime bir jüristokrasi (yargı egemenliği) niteliğini kazandırmasına, 2003-2004'teki başarısız
darbe girişimlerine ve hükümetin bir ordu darbesiyle devrilmesi için ortam hazırlamakla suçlanan
Ergenekon şiddet örgütü
davasına dikkat çektim. Demokrasinin yerleşmeye doğru hayli yol aldığının, başka bazı
ekonomik ve siyasi dinamikler yanında AB'ye
katılım sürecinin buna büyük katkısı olduğunun, bu sürecin sekteye uğramamasının demokratik Türkiye bakımından öneminin altını çizdim.
Bilindiği üzere, 2009 Türkiye�AB ilişkilerinde kritik bir yıl.
Ankara bu yıl reform sürecine hız vermediği, Kıbrıs'ın birleşmesi yönünde yol alınamadığı takdirde görüşmelerin askıya alınması ihtimali yok değil. Kararın alınacağı 2009'un ikinci yarısında AB dönem başkanlığını İsveç'in, yani AB'deki en büyük destekçisi olan ülkenin yapacak olması, Ankara'ya rehavet vermemeli. İsveç
Dışişleri Bakanı
Carl Bildt, 18 Şubat günü parlamentoda hükümetin bu yıl izleyeceği dış
politika üzerine yaptığı konuşmada aynen şunları söyledi:
"Uluslararası bir
oyuncu olarak AB'nin inanılırlığı, genişleme alanındaki yükümlülüklere saygı gösterilmesini gerektirir... Bu bağlamda hükümet Türkiye'nin AB üyeliğinin birlik açısından taşıdığı stratejik önemi vurgulayacaktır. Türkiye'ye AB üyeliğinin kapısını kapatmak tarihî bir yanlış olur. Türkiye'nin üyeliğinin önemini anlatma çabalarını yoğunlaştırmamız için birçok neden var. İsveç ve AB, Kıbrıs'ın geleceği için yürütülen görüşmeleri destekliyor. Kıbrıs'ın yeniden birleşmesi, adanın bütün halkı ve bütün
bölge için daha geniş güvenlik,
özgürlük ve
refah anlamına gelecektir. Adanın birleşmesi, bunun da ötesinde, Türkiye'nin AB ile ilişkilerini yakınlaştıracak, NATO ile AB'nin barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik çabalarının eşgüdümünü kolaylaştıracaktır."
Stockholm'de bir
akşam Zaman Bürosu tarafından düzenlenen bir toplantıda kalabalık bir grup Türkiyeli göçmenle bir araya gelme imkânı da buldum. Tahmin edebileceğiniz gibi, katıldığım her iki toplantıda da Ergenekon davasıyla ilgili sorular gündeme geldi. Bu konuda Türkiye'nin iki yaklaşım arasında kutuplaştığını anlattım. Yoklamalara göre büyük çoğunluğun bu davayı askerî müdahaleler ve yargısız infazlar yapan "Derin Devlet" sayfasını kapatacak tarihî bir dava olarak değerlendirdiğini; ana muhalefet partisi ve en büyük medya grubu dahil bir kesimin ise, Ergenekon davasını AKP iktidarının muhalefeti sindirmek ve susturmak için kullandığı bir uydurma dava olarak gördüğünü hatırlattım. Benim de çoğunluk gibi düşündüğümü, ancak davanın hukuk devletinin bütün icaplarına uyularak yürütülmesi gereğini vurguladığımı belirttim.
Davanın nereye varabileceğine dair sorulara cevaben,
tutuklu üst rütbeli askerlerin
tahliye edilmelerinin, bu kimselerin TSK tarafından korunduğuna, hatta soruşturmanın sınırlandırılmasına dair hükümetle TSK arasında bir anlaşmaya varıldığına dair spekülasyonlara yol açtığını söyledim. Davanın,
Susurluk davasında olduğu gibi, Ergenekon'un alt kademe sorumlularının sınırlı cezalara çarptırılmasıyla sonuçlanması ihtimalinin bulunduğunu, ancak "Derin Devlet"in bütün bağlantılarıyla ortaya çıkarılması için kamuoyu baskısının devam ettiğini ifade ettim.
2009 İsveç izlenimlerini ise başka bir yazıda aktaracağım.