Ergün Bey- Alime Hanım çiftinin evleri, güneş altında
gümüş gibi parlayan Ural Nehrine bakıyordu.
Bu kadın evlerine
misafir geldiği günden beri evin nehre
bakan perdeleri hep kapalı tutuluyordu.
Alime Hanım bir ara mutfağa gitti, döndüğünde misafirini perdeyi aralamış nehre bakarken buldu.
Kadın dalgın ve derinden bakıyordu.
Gözleri dolu bulutları andırıyordu.
Nehrin adını sordu.
Alime Hanım mahzun, mahcup, “Ural”, dedi.
Kadının evladını yutan nehirdi Ural.
Bu adı duyunca kadının yüreğinin yangınları daha bir artar, ağlar, feryat eder, beddua eder, diye düşünüp endişelendi.
Çocukları olmadığı için Alime Hanım, evlatsızlığın acısını her daim yudumlayıp duruyordu. Bir de böyle boylu boyunca büyütüp evladını bir anda kaybetmek… Kadının feryatlarına hazırlıyordu kendini.
Fakat kadın sükunetle “Rabbim ne güzel yaratmış” dedi ve kapattı perdeyi…
***
Kazakistan…
Bu bozkır ülkesine ilk
gelişim on yıl kadar önceydi.
O günü hiç unutmuyorum.
Uçağımız, uçsuz- bucaksız bozkırın ortasına indiğinde içim içime sığmıyordu.
Aytmatov'un romanlarındaki Sarı-Özek Bozkırları burası mıydı?
Doğu'dan -Batı'ya, Batı'dan -Doğu'ya trenler, bu bozkırdan mı geçiyordu?
Atlar bu bozkırlarda mı başıboş koşuyordu?
Geceleri, gökyüzünün bozkıra değdiği; yıldızların, bozkırı bekleyen ağaçların dalında açtığı yerler buralar mıydı?
İçimde yıllar sonra Ata ocağına kavuşmuş olmanın sevinci vardı.
Fakat uçağın kapısı açılır açılmaz bu sımsıcak duygularımın başına, gözüne bozkırın
soğuk kırbaçları inmeye başladı.
Ömrümde o günkü kadar üşüdüğümü hiç hatırlamıyorum.
Resmi bir
heyet bizi karşılamaya gelmişti.
Bir beyefendi
tatlı bir Türkçeyle, “
Harun Bey hoş geldiniz” dedi.
Üşüyen ruhumun bir anda ısınıverdiğini hissettim. Ana dilimiz, bir ana sıcaklığı gibi sarmıştı ruhumuzu.
Bunu hiç beklemiyordum.
Bizi karşılayan gencin Türk -Kazak Lisesi mezunu olduğunu, Dış İşlerinde Türk masasında çalıştığını öğrendik.
Ertesi gün Cumhurbaşkanına
ödül takdimi için Köşk'teydik.
Kazak Cumhurbaşkanından, ülkesinin bağımsızlığını ilk
Türkiye'nin tanıdığını; Rahmetli Özal'ın, “Kardeşim sevincimden sabahı bekleyemedim” diyerek, gece aradığını duymak, çok güzeldi.
Bu defa geç kalmamıştık.
Gördüklerim ve duyduklarım karşısında ülkemle gurur duydum.
Kazaklar Özal'ı çok seviyorlar.
Sabahı beklemeden yola çıkanları çok seviyorlar.
Soğuktan evlerin birbirine sokulduğu bu şehri, güneş var gücüyle ısıtmaya çalışsa da; buz gibi bozkır ayazının ve karın güç birliği karşısında acizleniyor.
Tatlı bir ışık huzmesi içinde lapa lapa yağan kar altında yürürken üzerinde paltosu bile olmayan garip bir adamla karşılaşıyoruz.
Kederden bir abide gibi karşımızda duran bu adam orta boylu olmasına rağmen sanki zirvelerden bakıyordu.
Sanki sırtında hüzünden bir dağ vardı.
Gözleri gam dolu adam, buzullarda yalnız kalmış bir pelikanı andırıyordu.
Görür görmez gönlüm ısındı adama.
“Yasin'in
babası” dediler.
Daha önce duymuştum Yasin'in hikâyesini.
İçimdeki karmaşık duygular bir birini kovalamaya başladı.
İki düşman ateşi arasında kalan şaşkın bir savaş muhabiri gibi, dışarıda ve içeride kopan fırtınaların tam ortasındaydım.
İyi de Yasin'in babasının burada ne işi vardı?
Neden bu uzak ülkeye gelmişti?
Arkadaşlardan dinledik , Yasin Ailesinin bil cümle hikâyesini:
Yasin, Akhisar'lı Çalkım ailesinin ikinci çocuğudur.
Baba
Sinan Bey çiftçidir.
Bir aralık
bakkal dükkânı da çalıştırır.
Yasin, orta okulu birincilikle bitirir.
Başarısından dolayı, 23 Nisan'da çocuk belediye başkanı olarak arkadaşlarını temsil eder.
Liseyi de aynı başarıyla bitirdikten sonra üniversite okumak için ne zamandan beri hayalini kurduğu Orta
Asya'ya gitmeye karar verir.
Otogardan babası uğurlar Yasin'i.
Otobüsün camından son defa el sallar babasına.
Bu, baba-oğulun birbirine son bakışıdır.
Sinan Bey, göz yaşlarını kimse görmesin diye, ara sokaklardan
döner evine…
Yasin, Ata yurduna geldiğinde henüz on sekiz yaşındadır.
Öyle güzel, öyle sevimli, öyle asildir ki kısa zamanda öğrencilerin sevgilisi haline gelir.
Gözlerimiz resmindeki
siyah gözlerine dalıp gidiyor.
Üzerinde yakası açık beyaz bir fanila…
Alnına dökülen ve bir demet perçemi ayrı duran saçları yıldızsız bir gece kadar siyah...
Gözleri, sanki karanlık bir ormanın derinliklerinde parlayan tatlı bir ışık hüzmesi.
Bu
ceylan salıntısı delikanlı bir yaz günü öğrencileriyle birlikte pikniğe gitmiş.
Az ötede Ural boz- bulanık akmaktadır.
Öğrencilerden Nur Sultan, kaçan topu yakalamak için Ural'a atlar.
Nehrin azgın sularına çıkıp- batan öğrencisinin “Beni “kurtarın” diye feryadını duyan Yasin;
“Bu çocuklar bize emanet ben ailesine ne derim” diyerek kendisini azgın sulara bırakır ve Ural'ın vahşi kollarından koparır öğrencisini.
Avı elinden alınan Ural öfkelenir.
Onun yerine güç bela ite-
kaka öğrencisini kıyıya çıkarmayı başaran Yasin'i rehin alır.
Öğrencisini yukarıya doğru ittikçe, nehrin dibindeki
bataklık kendine doğru çeker Yasin'i ve çamurlu koynuna alır.
Rüzgâr, bir ağıt olur bozkırda.
Bir kuş çırpınır, dallarını
Ağustos sıcağına seren ağaçta.
Öğrencileri, yaralı kuşlar gibi çırpınır nehrin kıyısında.
Bozkırlarda dörtnala koşan küheylanın yolu kesilmiştir.
Acı haber tez ulaşır ailesine.
Annesi, “biliyordum zaten” deyip yığılır yere.
Körpe kuzuları, gönlünü sevdasına, kendisini de Ural'ın azgın sularına kaptırmıştır.
Kazaklar bırakmaz Yasin'i.
“Bizim evlatlarımız için hayatını feda eden bu
genç fidanı, topraklarımıza dikmek, onu bir
bayrak gibi
Kazakistan bozkırlarında dalgalandırmak istiyoruz” derler.
Ve Asya topraklarına bir cemre gibi düşer Yasin.
Evlatları Tanrı Dağlarının eteklerinde kalan anne-babaya Türkiye dar gelir.
“Bizim iller ıssız, bizim eller sensiz olmadı be oğlum… Sensiz yapamadık” diyerek, nesi var nesi yoksa satıp-savarak, bir daha dönmemek üzere Yasin'lerinin yattığı topraklara hicret ederler.
***
On yıl sonra tekrar geldiğim bu bozkır ülkesinde yine kar yağıyordu.
Bozkırın soğuğu yine düzenli baskınlar düzenliyordu şehre.
Ağaçlar beyaz gelinler gibi süslüyordu şehri.
Bozkırın içerisine doğru sokulmuş Çimkent'te Ergün Bey'le karşılaşıyorum. Yusuf Kemal adında bir çocukları olmuş. Alime Hanım'ın ne kadar mutlu olduğunu tahmin edebiliyorum.
Yasin'in babasıyla da buluşuyoruz. Cebinden çıkardığı siyah-beyaz bir tarağı gösteriyor bize;
“Yasin'im saçlarını bununla tarıyordu” diyor.
Almatı'da hanımıyla birlikte süt ürünleri imal edip, satıyormuş.
Öylece geçinip gidiyorlarmış.
Bulaşıkları Yasin'in annesi elinde yıkıyormuş.
Bu kahraman kadını,Türk ve Kazak hanımlar, “yılın annesi” seçmişler.
Bir
bulaşık makinesi hediye etmek istemişler ama kabul etmemiş.
Kendisine bağlanmak istenen evladının şehit aylığını “Ben yavrumu aylık almak için değil,
Allah için verdim” diyerek kabul etmeyen
Anadolu analarındandır o da.
***
Bozkırda yine kar yağıyor.
Melek okşayışı kadar tatlı…
Yerdekileri incitmekten çekinircesine…
Sabahı göremeden ölen “Önden Giden Atlıların” hepsi bir bahçede yatıyorlar…
Tanrı Dağları beyaz bir
anıt gibi duruyor yiğitlerin başucunda.
Gök ekin gibi
erken biçilmiş bir yiğidin başucunda,
karların yıkadığı
mermer taşına takılıyor buğulu gözlerimiz, “Şehit Yasin Çalkım”