Atlanta'daki Medeniyetler İttifakı konferansında
emekli Büyükelçi Mark Parris, Obama döneminde Türk-
Amerikan ilişkilerindeki fırsat ve riskleri ele alan güzel bir konuşma yaptı.
Her halinden dikkatle hazırlanıldığı belli olan konuşmada en dikkat çeken nokta,
İran'dan
Rusya'ya
Filistin'den Kafkaslar'a birçok konuda
Türkiye'nin izlediği kendine özgü dış
politikadan duyulan rahatsızlığın ima edilmesiydi.
Mesela,
dış ticaret rakamları ile Türk-Rus ilişkilerinin Türk-
Amerikan ilişkilerinin önüne geçtiği ortaya konuluyordu. Türkiye'nin,
Gazze krizinde izlediği siyasetle, Davos'ta yaşananlardan çok önce tarafsız arabulucu özelliğini yitirdiği vurgulanıyordu. Yeni dönemde İran'a karşı daha sıkı
ambargo uygulanması gerekeceği ve bu konuda çözüm aranırken, artık BM
Güvenlik Konseyi üyesi sıfatı taşıyan Türkiye'nin bir karar vermek zorunda kalacağı ifade ediliyordu. Tecrübeli diplomat, kendine daha fazla güvenen Türkiye'nin izlediği
dış politikanın belli avantajlarla beraber, ilişkiler açısından önemli riskler de taşıdığını söylüyordu.
Parris'in konuşmasına
cevap, AK Parti'nin dış politika alanında deneyimli ismi
Suat Kınıklıoğlu'ndan geldi ve Türkiye ile Batı, özellikle de Amerika arasında doğmakta olan önemli bir problemin altını çizdi. Bu A, B veya C gibi spesifik konularda yaşanacak bir sorun değildi. Asıl büyük sorun, bugünkü Türkiye'nin dünkü Türkiye olmadığının Batı ve tabii Amerika tarafından yeterince anlaşılmamış olmasıydı. Kınıklıoğlu açık konuştu: "Eskiden Washington'ı da ilgilendiren bir dış politika meselesi gündeme gelince, Amerika'dan birileri Ankara'ya gelir. 2-3 generalle görüşür ve iş biterdi. Şimdi artık böyle olmuyor. Türkiye bir
demokrasi ve biz bunun en açık örneğini 1
Mart tezkeresinde yaşadık."
Bazıları, yeni Türkiye'nin bölgedeki konumuna ilişkin bu yorumu, Kınıklıoğlu'nun
iktidar partisine mensup olması yönüyle taraflı bulabilir. Hemen şunu ifade edelim ki, siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan, hatta AK Parti'ye ideolojik açıdan
soğuk bakan birçok diplomatımızdan da benzer tespitleri kendi kulaklarımla dinledim. Örneğin, ismini veremeyeceğim bir diplomat, 2000 öncesi ve sonrası Türk dış politikasını şöyle değerlendiriyordu: "2000'e kadar dış politika denince, daha çok statükonun korunması akla gelirdi. Türkiye'yi ilgilendiren bir kriz ortaya çıktığında, en az zararla nasıl atlatılacağı düşünülürdü. Birinci dereceden Türkiye'yi ilgilendirmeyen krizlere hiç karışılmaz, en fazla bir iki beyanatla geçiştirilirdi. 2000'den sonra Türkiye birçok krizde aktif yer alıyor. Çözüm senaryoları üretiyor. Krizlerin nasıl fırsata dönüştürüleceği üzerine kafa yoruluyor ve en önemlisi Kıbrıs'ta olduğu gibi hamle üstünlüğü elde tutuluyor."
Gerçekten de bu çok önemli bir nokta. Zira artık Türkiye, NATO'nun güneydoğu kanadında yer alan ve her söyleneni yapan bir üçüncü dünya
ülkesi veya bir uydu değil. Bütün eksiklerine rağmen bir demokrasi.
Avrupa'nın 6'ncı, dünyanın 17'nci büyük ekonomisi. Bu faktörlerin de etkisiyle kendine güveni artan ve proaktif dış politika izleyen bir ülke. Rekor oyla BM
Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmiş aktör. Bölgesinde ilgiyle izlenen ve Lübnan'dan Afganistan'a Filistin'den Suriye'ye birçok kriz noktasında önemli roller üstlenen bir ülke.
Dünya Kupası'ndan Avrupa Şampiyonası'na birçok müsabakada Türkiye'ye gösterilen sempati, aslında ülkemizin Endonezya'dan Fas'a uzanan geniş bir coğrafyada ne kadar güçlü bir şuuraltı müktesebata sahip olduğunu gösteriyor. Aynı coğrafyanın Erdoğan'ın Davos'taki çıkışına verdiği tepki de bunun başka bir göstergesi değil mi?
Dolayısıyla Filistin, İran,
Ermenistan, Rusya veya Suriye'de Türkiye'nin izlemeye çalıştığı siyasetin detaylarına girmeden önce, Türkiye'nin kendi çıkar ve önceliklerine sahip, küresel olmasa da bölgesel önemli bir aktör olduğunun anlaşılması gerekiyor. Özellikle bu aşamadan sonra Avrupa ve Amerika ile ilişkilerin sağlıklı yürümesi için bu gerçeğin kabulü önemli. Üstelik Batı'nın evrensel değerler vurgusu göstermelik değilse, yeni Türkiye'nin temsil ettiği
ekonomik kalkınma,
demokratikleşme ve bölgedeki krizlerin diplomasiyle çözülmesi gibi ilkeler Avrupa'nın da, ABD'nin de memnuniyetle karşılaması gereken prensipler değil mi?
Ancak bu yeni rolün güçlenerek büyümesi için Türkiye'nin şimdiye kadar olduğu gibi kutuplaşmaların tarafı değil, herkesle konuşabilen aktör olma özelliğini koruması şart. Zira bir kutupta yer alarak sürekli bağıran ülkeler, bir zaman sonra kimseye seslerini duyuramama riskiyle karşı karşıya kalıyor.