Anayasaya göre vatana
ihanet dışında
yargılanması mümkün olmayan Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’e ‘
şüpheli’ sıfatını yapıştırdı.
Gül gibi
Sincan mağduru biri olarak Osman
Kaçmaz’ı iyi tanırım. Bu kararları tetikleyen ruh halinin kodlarını çözmek benim için hiç sorun olmaz. Daha çok Deniz
Bölükbaşı’na benzetirim kendini.
Bu mevzuya daha sonra gireriz, önce, bu kararın kaosa yol açmasını engelleyecek çözüm önerileri üzerinde durmak istiyorum.
Şimdi,
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın önünde iki yol var; ya Sincan Mahkemesi’nin kararına uyarak Abdullah Gül hakkında
soruşturma açacak ya da kararın yasaya aykırı olduğunu belirterek dosyayı
Adalet Bakanlığı’na gönderecek.
Birinci güzergah izlenirse karar, ilgili
mahkemeye kalacak. İkinci yol
tercih edilir ve
bakanlık yasaya aykırılık tespit ederse nihai karar için son söz
Yargıtay’a ait olacak.
Üçüncü yol, parlamentonun anayasada değişiklik yaparak yargılanma ihtimalini tümden ortadan kaldırmasıdır.
Sanırım, en acı olanı üçüncü yoldur. Böyle bir kararın peşinen ‘suçu’ kabullenme anlamına geleceğini hatırlatmak isterim. Bu da
Kürt açılımı için öncü rol üstlenen Abdullah Gül’ü yıpratmaya çalışan rövanş duygusu içindeki güruhun yelkenlerini şişirir.
Hem Abdullah Gül’ün hem bu karara tepkili demokrat milletvekillerinin, bu oyuna gelmemesi gerekir.
‘Hodri meydan’ diyebilmeliler.
Birileri anayasaya rağmen
cumhurbaşkanını mahkeme koridorlarında süründürerek hesaplaşma arzusu içinde olabilir, inanıyorum ki yargı kendi içinde bu hatayı düzeltecektir. Velev ki olmadı, en büyük
hakem olan bu millet mağduriyetin acısını yüreğinde hissedecek ve kartları yeniden dağıtacaktır.
Sincan’da yürüyen o tankların paletleri çürüdü, bu karar ne ola ki...
Düşlerinize law bile kifayetsiz kaldı
Açıklamalarına bakılırsa,
Danıştay 5. Daire Başkanı
Salih Er, Danıştay cinayetinin
Ergenekon’la birleştirilmesine en çok üzülenlerden biriydi. Saldırıda hayatını kaybeden Mustafa
Yücel Özbilgin’ın
ölüm yıldönümünde katili değil savcıyı suçlarcasına konuşması ve düşleri üzerine hüküm kurması şaşırtıcıydı.
Yargıtay 9.
Ceza Dairesi,
İstanbul 13.
Ağır Ceza Mahkemesi ve Ankara 11.
Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu yöndeki kararlarına rağmen, Danıştay cinayetini ‘
türban cinayeti’ olarak düşlerine yerleştiren Salih Er, bu cinayeti ‘
Kubilay vakası’ gibi mitleştirip ideolojisine fantastik dayanak yapamadığı için mi yoksa başka sebeple mi hayal kırıklığına uğradı bilmiyorum.
Ama kendini dinlemeye gelen Danıştay’daki görev arkadaşlarından hayli alkış aldığına göre, düş kurmakta yalnız değildi.
Bu düşdaşların çoğunlukta olduğu Danıştay İdari Dava Daireleri
Kurulu, dün aldığı bir kararla, Adalet Bakanlığı’nın 2007 yılında CMK’ya göre hazırladığı
teknik takiple ilgili
uygulama yönetmeliğini iptal etti.
Bu karar internet siteleri ve televizyonlarda Adalet Bakanlığı’nın dinleme yetkisinin ortadan kaldırıldığı şeklinde verildi.
Hukuk Fakültesi birinci sınıfta okuyanlar bile bilir ki, Adalet Bakanlığı’nın dinleme yetkisi hiçbir zaman olmadı.
Hakim kararıyla dinleme yapılabiliyor. O hakimleri atayan kurul ise
Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu.
Bakanlığın yaptığı işlem, kanunla düzenlenen bir konuda uygulamanın nasıl olacağına dair yönetmelik hazırlamaktır. Bu yöntem, yeni keşfedilmiş değildir, mevzuatımızın bir parçasıdır. Sincan’da olduğu gibi burada da hukukun sınırları zorlanıyor.
Hakimler,
Sabih Kanadoğlu’nun teveccühüne mazhar olmak istercesine neden böyle bir tavır içindeler, bilemem. Çeşitli spekülatif yorumlar var. Hele biri, hiç yabana atılacak gibi değil; bu kararla birlikte Ergenekon
davasındaki
telefon dinleme kayıtları
delil olarak sayılmazmış!
Oldu olacak kararı da yazın. Nasılsa düş kurmaya bayılıyorsunuz, düşlerinize
el bombası, law silahı bile kifayet etmiyor.
Darbe olursa pornocu olursunuz
Bir grup tiyatrocu, sokaklara döküldü, sloganlar atıp yürüdüler. Onları meydanlara sürükleyen gerekçe; yargının siyasallaştırılması, bilim ışığının karartılması, aydın onurunun çiğnenmesi, laik cumhuriyetin tehlikeye girmesi ve çağdaş eğitime
darbe vurulmasıydı.
Gerçekten böyle bir kaygıyı yüreklerinde hissediyorlarsa tepkilerini sokağa dökmelerinde hiçbir demokratik
arıza yoktur. Demokratik haklarıdır, yürürler.
Protestocuların açıklamalarını okudum, bir kısmını
Reha Muhtar’ın programında izledim. Tepki gerekçelerini açıklarken iktidara vuruyorlar, ne gariptir, tezlerini 40-50 yıl önceki hadiselere dayandırıyorlar.
Ergenekon davasına ise çok üzülmüşler.
Emre Kınay gibi ne istediğini bilmeyen sanatçılar var aralarında. Hele
Tarık Akan, tam evlere
şenlik. Dünün işkence mağduru bugünün darbe çığırtkanı Akan ön safta, aydın onurundan, bilimin ışığından söz ediyor.
İzlerken onları içimden geçmedi değil; Darbe olursa bırakın siyasallaşmayı yargının kendi kalır mı? Işığından vazgeçtik bilimin nüvesinden söz edilir mi? İstense bile onuru çiğnenecek aydın bulunur mu? Laiklik hak getire, Cumhuriyet, kan emicilerin korunağı haline gelmez mi? Her şeyden önce eğitim kötürümleşmez mi?
Hadi vazgeçtik bu değerlerden, 17 yaşındaki gencin ölüme götürüldüğü darağaçları ve işkence evlerini ne çabuk unuttunuz?
Gençler hatırlamayabilir belki, hiç olmazsa
Ali Poyrazoğlu yardımcı olsa onlara. Dese ki; ‘İhtilal kötü şeydir arkadaşlar, idam sehpaları kurdular, işkence odaları oluşturdular, ben sanatımı icra edemedim, porno filmi çevirmek zorunda kaldım, depolitizasyona yardımcı olduğu için darbeciler de çok memnundu.’
Heyhat, Poyrazoğlu da aralarında.