Fransa Başkanı Nicolas
Sarkozy ve
Almanya Başbakanı
Angela Merkel, geçen hafta
Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduklarını bir kez daha vurguladılar.
Sarkozy, AB'nin Türkiye'ye "boş vaatlerde" bulunmaktan vazgeçmesini,
Avrupa'nın sınırları olduğunu söyledi. Türkiye ile, Rusya'nın da dahil olacağı, "ortak bir ekonomi ve güvenlik alanı" kurmak üzere görüşmelere başlanmasını önerdi. Merkel de "Türkiye konusunda ortak tavrımız, tam üyelik değil ayrıcalıklı
ortaklıktır..." dedi.
Sarkozy ve Merkel'e önce Cumhurbaşkanı Gül
cevap verdi: "Bizi bağlayan hukuki durumdur... Çeşitli siyasetçiler gelir geçer, belki vizyon noksanlığından bazı şeyler söylerler, ama bunlara hiç takılmayacağız..." Sonra Başbakan Erdoğan, iki lideri dürüst olmamakla, maç sırasında oyun kurallarını değiştirmeye çalışmakla suçladı. Yaklaşan
Avrupa Parlamentosu ve Almanya seçimleri nedeniyle böyle konuştuklarını söyledi. Ardından
Dışişleri Barkanı Davutoğlu, "Lütfen Türkiye'nin
katılım sürecini bir iç
politika konusu yapmayın..." dedi. Ankara'nın Sarkozy ve Merkel'in takındıkları tavrı ahde vefasızlıkla, ülkelerindeki Türkiye'nin üyeliğine muhalefeti oya tahvil peşinde olmalarıyla ve AB'nin geleceğine dair vizyon noksanlığıyla açıkladığı görüldü.
Ankara'nın Sarkozy ve Merkel'i "ahde vefasızlık" ile suçlamakta haksız olmadığı muhakkak. Fransa ve Almanya'nın da katıldığı Konsey kararlarıyla AB, 1999'da Türkiye'nin kaderinin öteki
aday ülkelerle aynı koşullarla birliğe katılmak olduğunu ilan etti; 2005'te de Türkiye ile katılım müzakerelerine başlanmasına karar verdi. Merkel'in, Sosyal Demokratlarla yaptığı
koalisyon protokolü uyarınca, Türkiye'nin tam üyelik sürecine
destek verme yükümlülüğü altına girdiğini unuttuğu da söylenebilir. İki politikacının Türkiye konusunu oy avcılığı amacıyla sömürdüğü iddiası da önemli ölçüde haklı bulunabilir. Ama "vizyon noksanlığı" ithamı inandırıcı değil.
BM'nin tahminlerine göre Türkiye'nin nüfusu 2050 yılında 100 milyonu geçecek. Buna karşılık Almanya'nın nüfusu 2060'da 70,8 milyona inecek. En kalabalık AB üyesi olacağı tahmin edilen Britanya bile 76,7 milyonu geçmeyecek. Dolayısıyla hem Fransa hem de Almanya, üye olması halinde Türkiye'nin AB Konseyi'nde giderek artan bir ağırlığa sahip olmasından; ayrıca Türkiye'de kişi başına gelirin AB ortalamasının ancak üçte biri kadar olduğu dikkate alınırsa, üye olması halinde AB bütçesine çok büyük bir yük getirmesinden kaygılı olabilirler. (Bkz Tony Barber, Financial
Times, 13
Mayıs) Kısacası, Türkiye'nin üyeliği Sarkozy ve Merkel'in Avrupa vizyonuyla uyuşmuyor.
Üstelik, Sarkozy&Merkel yalnız değiller. Başta
Avusturya olmak üzere
Hollanda ve
Danimarka ve üye ülkelerde halkın çoğunluğu da Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakmıyor. Her ne kadar Sarkozy'nin iddiası aksine başta Britanya,
İsveç,
İspanya ve
İtalya olmak üzere çoğu AB hükümetleri Türkiye'nin üyeliğini destekliyorsa ve Türkiye katılmaya hazır olduğu zaman
görünüm çok farklı olabilecek ise de, Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinin "açık uçlu" bir süreç olduğu muhakkak.
Ne var ki Sarkozy&Merkel gibi düşünenler şunları anlamalı: "Ayrıcalıklı ortaklık" teklifi ve
Kıbrıs Rum Yönetimi'nin müzakerelerde çıkardığı engeller, Türkiye kamuoyunda üyeliğe desteği (Eurobarometer ölçümlerine göre 2004'te % 71'den 2008'de % 42'ye) ciddi bir şekilde azalttı, milliyetçi muhaliflerin saflarını kabarttı, askerlerin reformlara
fren istemelerine yol açtı, askerî
yönetim yandaşları
darbe tahrikçiliğine başladı, iş AB reformlarına öncülük eden
iktidar partisinin kapatılması için
dava açılmasına kadar uzandı.
Kısacası, Sarkozy&Merkel müzakere sürecini baltalayarak ancak Türkiye'de rejimin otoriter kalmasını isteyenlerin ekmeğine yağ sürebilirler. Oysa müzakere sürecini başarıyla tamamlayarak demokrasisini yerleştiren ve zenginleşen bir Türkiye herkesin yararına değil midir? O gün de istenmeyecek olursa, herhangi bir
küçük AB üyesi Türkiye'nin üyeliğini durdurabilir.