SEN 'MUHAMMED' DE YETER...

Her bir eşyanın üzerine hazan çökmüştü.


Salondaki çiçekler bile, her yaprağına ölüm kokusu sinmiş mezar çiçeklerini andırıyor, camlarda ölümün soğuk rüzgarları uğulduyordu. Hayat mumu sönmek üzredir. Eriyip tükenmiş, ölgün bir gülümsemenin belli belirsiz canlandırdığı o güzel yanaklar çökmüştü. Bir ara solunum cihazını ağzından ayırarak; “Doktor... bey, ben... ölürken... ne... söylemeliyim?” dedi ve yine cihazı hemen ağzına yapıştırdı. Doktoru inançlı biridir; “Senin durumun çok özel, Kelime-i şahadet getirmek sana uzun gelir. O anı fark edince 'Muhammed' (s.a.v) de yeter.” diye cevap verir. *** Haluk Nurbaki… O, aramızdan ayrılalı tam on iki yıl oldu. İlk yaz sıcaklarında, çok arzuladığı Sonsuzluğun Sahibine koşarken günler, 2 haziranı gösteriyordu. Aynı yıl, yaklaşık bir ay sonra, ben de İstanbul'a yerleşmiştim. Pol ve Virjini'deki gibi ben gelmiştim ama o gitmişti. Kendisini yakından görmek hiç nasip olmadı. Ama onu önceleri TRT'den sonraları da özel televizyonlardan, radyolardan dinleme ve yazılarını okuma bahtiyarlığına erdim. 1970' li yıllarda bir onkolog doktorun müsbet ilimlerle, manevi ilimleri mecz ederek anlatması pek görülür şey değildir. Üniversitelerde imandan söz etmenin yadırgandığı, konuşanların da “gerici, yobaz” diyerek yaftalandığı yıllardır. O , gönlündeki ilahi aşk ve peygamber sevgisiyle, inandığı şeyleri izah etmekte zorlanan bir dönemin gençliğine bir umut feneri olur. Nurbaki Hoca, Nevşehir'in, zümrüt yeşilliklere gömülü küçük bir kasabası olan Nar'da, 1924'ün soğuk bir şubat günü dünyaya gözlerini açar. Ailesi Mevlevi olduğu için daha çocuk yaşlarda gönlüne ilahi aşkın kıvılcımları düşer. Anadolu'nun “ışığı yanan evler”inde büyür. Gönlünde ağır ağır yanan o ateş, gençliğin içine düştüğü buhranlar anaforunda gittikçe harlanır ve onu dur durak bilmeyen coşkun bir küheylan haline getirir. Nurlu bir kandil gibi seccadesinin üstünde karanlık gecelere nur saçan bu derviş ruhlu doktor, Anadolu'yu karış karış dolaşır ve bir dönemde imanlı gençliğe büyük moral olur. Dinle ve dindarla alay edildiği, din adına bir araya gelen birkaç kişinin bile der-dest edilip götürüldüğü yıllardı. O yıllarda Nurbaki Hoca gibi dini yüksek yerlere taşıyarak anlatanlara hava kadar su kadar ihtiyaç vardı. Çöl yolcusunun suya koştuğu gibi, Nurbaki Hoca'nın sohbetlerine koşan o yılların yaralı gençliği ona olan minnettarlığını asla unutmayacaktır. Zirvelerden aşağılara doğru coşkun akan bir ırmak gibi akıp giden her bir insan ömrünün, sonsuzluk okyanusuna kavuşmadan önce Sonsuzluğun Sahibini ve onun biricik sevgilisini tanıması için çırpınır durur ve hemen bütün hastalarına inancın gücüne dayanmalarını tavsiye eder. İnançlı insanın güçlü olduğunu ve hastalıklara karşı daha dirençli olduğunu söyler. Kanser Hastanesinde başhekimken bir gün, genç bir bayan gelir. Adı Serap'tır. Otuz beş yaşlarındadır. İşkadınıdır. Serap Hanım, göğüs kanseridir. Haluk Hoca bu yeni hastasına özel bir ilgi gösterir. Derdi veren Allah şifayı da verir ya; genç kadın kısa bir süre sonra iyileşir. Ancak Serap Hanım da, bütün diğer kanser hastaları gibi, ilk beş yıllık süreyi çok dikkatli geçirmelidir. İlk tedavinin arasından dört yıl geçer. Hastalığın seyri oldukça iyidir. Serap Hanım artık kendisini gayet sağlıklı hissetmektedir. İzmir'de bir ihaleye katılmak için doktorundan izin ister. Kış olduğu için Nurbaki Hoca ancak uçakla gitmesine izin verir. Bilet bulamadığı için otobüsle gitmeye karar verirse de bindiği otobüs kaza yapar ve altı saat karda mahsur kalır. İşte ne olursa o anda olur. Kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerlere yayılır. Serap Hanım, bacak kemiklerindeki metastaz dolayısıyla yürüyemez hale gelir, hastalığın akciğerlerindeki tahribatı sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanmaya başlar ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalır. Haluk Nurbaki Hoca sık sık evine gidip gelmektedir. Ömrünün ilk baharı göz açıp kapayıncaya kadar gelmiş geçmiş olan bu soylu kadın ömrünün son günlerinin birinde yine güçlükle konuşarak; “Doktor Bey! Ben... size... dargınım.” “Niçin?” “Siz... dindar... bir... insanmışsınız... Niçin... bana... da, Allah'ı... ölümü... ve âhireti... anlatmıyorsunuz?” der. Serap Hanım'ın dinî inançlarının çok zayıf olduğunu bilen Hoca, bu teklif karşısında oldukça şaşırır. Onu üzmemeye çalışarak: “Doktorlara ulaşmak kolaydır, parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak imân tedavisi için gönülden istek duymalısın.” der. Konuşmaya mecâli olmadığından "ben o isteği duyuyorum" mânâsında başını sallar. Artık ümitsiz bir tıbbî tedavinin yanı sıra, sonsuz hayatın ve saadetin reçetesi olan imân dersleri başlar ve son günlerini yaşayan Serap Hanım için bu dersler "hızlandırılmış öğretim"e dönüşür. Yaralı ruhuyla dinler anlatılanları. Başından aşağı sevgi yağmurları dökülen bir peri gibidir. Son günlerinin birinde: “Doktor... Bey! Ben... ölürken... ne... söylemeliyim?” “Senin durumun çok özel, Kelime-i şahadet getirmek sana uzun gelir. O anı fark edince "Muhammed" (s.a.v) de yeter.” O haliyle tebessüm ederek yine başını sallar. Bu soylu kadında, bütün asil ruhlarda olduğu gibi acılarının dillendirilmesine engel olan bir utanma duygusu varsa da çok ıstırabı olduğu her halinden bellidir. Onun için sürekli morfin yapılır ve uyutulmaya çalışılır. Bir iş seyahati sebebiyle hoca birkaç gün Serap Hanım'ın evine uğrayamaz. Döndüğü bir gün, annesi telefon eder: “Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor, sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.” Hoca hemen Serap Hanım'ın evine gider. Hasta acılar içinde kıvranmaktadır. Hoca iğne yaptırmamasının sebebini sorar. Aldığı cevap ürperticidir. “Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste 'Muhammed' diyemezsem?” Hoca donar kalır. Bu arada hocadan istihareye yatmasını ve eğer daha vefatına birkaç gün varsa son gün uyanık kalacak şekilde kendisine morfin yapmasını rica eder. Hoca hiç adeti olmadığı halde son günlerini yaşayan bu nurani kadının arzusunu kabul eder. O gece rüyasında salı gününe kadar yaşayacağına dair emareler sezer. Ertesi gün: “Hiç korkma, iğneyi vurdurabilirsin.” der. Ve Serap Hanım, bir veda niteliği taşıyan bu son görüşmesinde son sorusunu sorar: “Doktor...Bey!...Azrail...bana...nasıl...görünecek?” “Kızım! O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.” Hoca, salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen evine koşarsa da artık çok geçtir. Serap Hanım, sanki melekler bir başka alemde yıkayıp da kendisini geri dünyaya göndermişler gibi beyaz örtüler arasında nurani bir şekilde asaletin ve inancın yüceliğinde yatmaktadır. O sessiz ve sakin yatışında muhteşem bir görkem vardır. Salondaki çiçekler bile, her yaprağına ölüm kokusu sinmiş mezar çiçekleri gibidir. Evin camlarında, akşam güneşinin son ölgün ışıklarının dansı vardır. Ailesi perişandır. Kimse de konuşacak mecal yoktur. Bakıcı kadın; “Doktor Bey! Biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı. Serap Hanım, bir saat önce oksijen cihazını attı ve 'yataktan kalkması imkânsız' denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve Kelime-i Şahadet getirerek tekrar yatağına uzandı ve son sözlerini söyleyerek gözlerini yumdu.” “Doktor Bey'e selam söyleyin, Azrail, onun söylediğinden de güzelmiş.”
<< Önceki Haber SEN 'MUHAMMED' DE YETER... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER