Şimdi melekler kar serpiyor,
yiğit yüzüne.
Gülen yüzüne…
Hüzünlü yüzüne…
Aman Allah'ım! Neler görüyor gözlerim.
Karlar kızarıyor.
Göklerden güller yağıyor.
Yiğit gülüyor…
Yiğit gülümsüyor…
Bir yiğit düşüyor hayalime.
Bir eliyle kamçıyla dizgini tutmuş, diğer eliyle bizi
selamlıyor.
Karlı dumanlı dağlara doğru sürüyor atını.
“Hoşça kalın, ben gidiyorum” der gibi.
Nice kızgın çöller geçen, karlı dağları aşan at, son yokuşta tökezliyor.
At yorgun, yiğit yorgun yıkılıyorlar karlı bir dağın yamacına.
Gün dökülüyor geceye…
Yiğit, karları bir yorgan gibi çekiyor üzerine.
Yiğit üşüyor.
Yiğitler üşüyor…
Rüzgâr, boşanmış kurt sürüleri gibi uluyor tepelerde…
Rüzgâr, vahşi çığlıklar atıyor gecenin karanlığında.
Karlar bozguna uğramış ordular gibi savruluyor.
Bir yiğit yatıyor dağın yamacında.
Bir türbedar gibi duruyorum başucunda;
“Yiğidim hele anlatıver olup biteni, sen dertli vatan dertli oturup ağlayalım” diyorum.
Ses vermiyor...
“Ses ver yiğidim! Yoksa beni duymuyor musun? Kalkıp geleceğin ümidiyle yaşıyorum.”
Bak, ben uzaklardan, çok uzaklardan geliyorum.
Belarus'tan, geliyorum.
Belarus'ta bile senin için ağlayanlar var. Senin sevdana gönül verenler var.
Hani, hatırlıyor musun daha iki yıl önceydi.
Türkçe Olimpiyatlarında “memleketim” şarkısıyla Türkiye'yi ayağa kaldıran bir kızımız vardı.
Kseniya juk…
Dünyanın dört bir yanından
Anadolu türküleri yağmıştı o gece üzerimize.
Kseniye yine dün gece memleketi Belerus'ta “memleketim” türküsünü söyledi.
O söylerken ben gecenin koynunda karlı dağlarda üşüyen seni düşündüm.
O söyledi ben ağladım.
Bu sene olimpiyatlarda Belerus'u temsil edecek kızımız geldi sahneye o da; “
veda busesi”ni söyledi.
Veda…
Baktım alperenlerin hepsi ağlıyordu.
Anladım…
O an, hepsi seni düşünüyordu.
Hepsi üşüyordu.
YER TİTREDİ, İÇİMİZ TİTREDİ
Senin sevdandı bunlar. Senin hayalindi bu çocuklar. Dünyanın dört bir yanından gelen rengârenk çocukların Türkçe okuduğu şarkılarla içinde bir coşku kabarıyor, Türkçe dünya dili olma yolunda, diyordun.
Gecenin sonunda, zeybek kıyafetleriyle geldi sahneye alperenlerin.
Bir,”Hey!” çektiler ki değme gitsin.
Mutlaka duymuşsundur.
El çırptılar, eğildiler, sonra dizlerini yere vurdular.
Yer titredi,
Belarus titredi.
İçimiz titredi.
Dudaklarımız titredi.
Belarus'ta
soğuk bir seher vakti…
Karlı dumanlı dağlarda sen düştün hayalime.
Yine mağrur, yine mahzundun…
Vahşi uğultularla esiyordu rüzgâr. Karabulutlar kaplamıştı karlı dağları.
Gece ürperticiydi.
Dağlar bile korkudan bir birine sokuluyor, dağlar, senin yüreğindeki ışığa koşuyordu.
Korkuyla hiç tanışmadın sen.
Herkes sana derdini açtı ama sen, kimseye derdini açamadın.
Mahpushanedek i arkadaşlarınla, aranızda para toplayarak, Hakk'a yürüyen Halil ve
Selçuk için cezaevi terzisine idam gömleği diktirmiştiniz.
Son yolculuğunuzda sizi karlı dumanlı dağlarda ölüme taşıyan kırmızı tabutunuzu, yine kendi aranızda topladığınız paralarla kiralamıştınız.
Derin Anadolu'nun çığlığı idin.
Herkes sevdi senin sesini…
Anadolu sevdi yiğit yüzünü.
Türünün son örneğiydin.
“Millete yöneltilen silaha selam durmam” derdin…
Zor anlarda,
dava arkadaşlarına; “dağılmayın, dik durun, arkadaşlarınızı vermeyin, geldiğimiz gibi gideceğiz” diye haykırırdın.
Sonunda, dik durmanın sembolü dağlara vurdun kendini.
“Dağlar anlar beni, bana dağları verin, ey dağlar! Beni bırakmayın, ben bu mor dağların maralıyım, bana sizin bağrınızda ölmek yaraşır” dedin.
Ey bozkırların kavruk delikanlısı;
Sen hep yiğit kaldın.
Hep Anadolu…
Hep davanı öne aldın…
Şimdi, “Gitti gelmez bahar yeli… Şarkılar yarıda kaldı”
Yaşlı ve yorgun anamız ve acılı eşin, uğrunda can verdiğin bayrağa sarılı tabutunun peşinden yürürken hayatlarının en zor adımları atıyor, en zor anlarını yürüyorlardı.
LİDERLERİN ÖLÜMÜ…
Oğlun Furkan milyonlarca kalabalığın arasında senin fotoğrafını taşırken, dağları kucaklasa o kadar ağır gelmezdi. Kızın Firuze
İstiklal Marşımızın yazıldığı Taceddin dergahında; sen
nazlı bayrağın gölgesinde gömülürken “ne olur sükun içinde olalım. Bu gün bizim en güzel günümüz olsun” derken ömrünün en zor konuşmasını yapıyordu.
Sen hafif bir
rüzgar gibi süzülüyordun sonsuzluğa…
Anadolu'nun dört bir yanından, Balkanlardan, Orta Asya'dan getirilen topraklar dökülüyordu üzerine.
Sen Kızın Firuze'nin sessiz çığlığını dinliyordun;
“Babacığım! Servise geç kaldığımızda okula bizi kim götürecek, sahurda
tatlı uykulardan uyanamadığımızda kim başucumuza yemek getirecek, kim bize melemen yapacak?
Ne olur? Geri gel babacığım, gül babacığım, ceketi bile gül kokan babacığım!
Merhametli babacığım, karanlık, daracık hücrelerde bile kin değil yüreğinde sevgi büyüten babacığım.
Milyonlarca sevenin, geri gelmen için sana dua ettiler soğuk gecelerde.
Ne olur geri gel babacığım!”
Biliyorum sen Firuze'nin çığlıklarını duyuyordun.
Acı acı gülümsüyordun.
Hey gidi Koca Reis…
GÜNEŞLERE DOYACAKSIN
Herkes sana gel çağrısı yapsa da, sen geri gelmedin.
“Gönlünü çekse de yarin hayali, artık aşmaya gücün yetmedi cibali…”
Dağları aşamayan, dağlarda kalan yiğit…
Sen…
Mamak Mapusanesi'nin daracık karanlık hücrelerinin ömrünü içtiği yiğit.
Sen…
Yıllarca, kırlarda güneşle kol kola gezemeyen, yarpuzlar arasında kendisini bırakıp, mis gibi
nane kokuları arasında ruhunu dinleyemeyen yiğit.
Uzanıvermek için hep bir çeşme başı arayıp duran yiğit.
Hz Yusuf gibi, yedi yıl hiç baharın gelişini, güneşin doğuşunu göremedin.
Karanlık hücrelerde gözlerim bozulmasın, diye yeşil maydanoz siparişi verip, saatlerce o bir tutam yeşile bakıp durdun.
Baharla birlikte mor sümbüllü dağlarda, yeşilliklerde yaşayacaksın; pencerelerin hiç kapanmayacak ve güneşlere doyacaksın.
Şehirlere sığmadın sen, şehirler basmadı seni bağrına, sen özgür dağlara koştun.
Şimdi melekler kar serpiyor, yiğit yüzüne.
Gülen yüzüne…
Hüzünlü yüzüne…
Aman Allah'ım! Neler görüyor gözlerim.
Karlar kızarıyor.
Göklerden güller yağıyor.
Yiğit gülüyor…
Yiğit gülümsüyor…
Anası geliyor gözlerinin önüne.
Yaşlı anası…
Yaşlı gözlerle, “Muhsin'im, yavrum, yiğidim” diye feryat ediyor.
Uzun hava ağıt yükseliyor, karlı- dumanlı dağlarda.
“Ağlama ana
ağlama ben iyiyim.
Bak güller yağıyor üzerime, yaşarken yağmamıştı bu güller.
Hasrettim ben bu güllere.”
“Sen üşüyorsun oğlum”
“Üşümüyorum anacığım, artık üşümüyorum, ben Mamak mapusanesi'nde üşüyeceğim kadar üşüdüm.
Kış gecelerinde hücremdeki soğuk
betonlarda üşüdüm.
Şimdi üşümüyorum anacığım.”
“Senin üşüdüğünü sanıp bütün Anadolu üşüyor oğlum. Herkes yollarda herkes dağlarda seni arıyor. Kalk, kalk! Gidelim oğlum”
“Sen git anacığım! Ben artık hep buralardayım… Biliyor musun şehirler basmadı beni bağrına, bu dağlar aldı beni kollarına.
Ben artık bu dağlardan kopamam. Ben bu dağların nazlı maralıyım. Benim baharım da yazım da bu dağlarda artık. Ben aradığımı bu dağlarda buldum. Bu dağlarda kabul oldu dualarım. Bu dağlarda dualar gibi yükseldi ümitlerim.
Mamak Mapusanesinde ne kadar da yalvarmıştım, “Ey Sonsuzluğun Sahibi, sana ulaşmak istiyorum!” diye.
“Küçücük penceremi kapatıyorlardı da ben 'durun kapatmayın penceremi, kapatmayın güneşimi, beton çok soğuk, üşüyorum' demiştim.
Ama şimdi üşümüyorum anacığım. Yıllarca daracık hücrede güneşimi göstermediler bana, günlerce
siyah bir bezle bağladılar gözümü, senin sıcaklığından ayrı kaldım yıllarca, ben o zaman üşüdüm anacığım. Şimdi senin sıcaklığın var içimde, içim huzur dolu, sonsuzluğun sahibine gidiyorum.
Üzülmeyesin diye sana o zaman diyememiştim anacığım;
Mamak Mapusanesinde beni çırıl çıplak soyarak başlıyorlardı işkencelere.
Yirmi altı gün hiç gözüm açılmadan sorguda kaldım.
Kaç defa falakaların
altında acıdan bayıldım. Başımdan ayaklarımdan cerahatler akıyordu. Derim defalarca kavladı.
O günlerde kimse bizi aramadı.
Ben ölümlerin arasından çıkıp gelmiştim sana anacığım.
Hele bir gün…
Yine çırıl çıplak soydular, anladılar benim öyle daha çok işkence çektiğimi. Kalaslara kollarımı bağladılar, çarmıha gerip tavana astılar, altımdan sandalyeyi tekmeleyip havada sallandırdılar, parmaklarımdan, uzuvlarımdan elektrik verdiler, bedenim ateşlerde yanarken ruhum Keş Dağlarında tipiye tutulmuş gibi üşüyordu. Hayallerim üşüyordu, ben o zaman üşüdüm anacığım.
Şimdi bir coşku var içimde , bu gün kıpır kıpır uzak, çok uzak bir yerleri özlüyorum, gözlerim parke parke taş duvarlarda değil artık, gözlerim hazansız baharlarda, bak güller yağıyor üzerime.
Çok özlediğim güller…
Davamın sembolü güller, gönlümün çiçeği güller.
Çok demiştim 'bana güllerimi verin, güller anlar beni' diye ama bir türlü sevdamın sembolü güllerime kavuşamadım.
Ben hep böyle bir gün de ölmeyi düşlemiştim anacığım.
Mamak mapusanesinde hücresinde geceler boyunca idam edileceği günü bekleyen yiğit Halil'e;
'Nasıl bir gecede ölmek istersin' diye sormuştuk da,
'
Yağmurlu bir gecede' demişti.
Bir Haziran gecesi Selçuk'la birlikte idam edilirken şakır şakır yağmur yağmıştı.
Ben de o gün böyle bir ölümü arzulamıştım.
Siz
peygamber çiçekleri toplarken ben ülkemin bu karlı dağlarına uzanmak istiyordum.
Hayalim gerçekleşti anacığım. Bak, melekler ellerinde billur kaselerle dibimizdeki çeşmeden su veriyorlar, ben artık hiç susamayacağım anacığım!
Hiç…”
“Yavrum Muhsin'im! Sevdanı sana verdiler, Sivas'ı sana verdiler.
Senin 2187 no'lu sandığının üzerine bir de gül koydular.
Çok sevdiğin gülü.
Haydi! Gel, gidelim artık.”
“Geç kaldılar anacığım! Geç, çok geç…
Şimdi ben artık güvercinler ülkesindeyim. Burada ruhumu dinlemek istiyorum.
Ruhumu.
Hayat rüyamın billuru çatladı artık, gözlerimde öteler tülleniyor.
Artık “ne hicranlı
akşam, ne ağlayan hazan”, ben uzak çok uzak yerleri özlüyorum. Bak anacığım bak! Gök kapıları açılıyor, altın saçlı bahar beni çağırıyor.
Hafif bir rüzgar gibi süzülmek istiyorum, Sonsuzluğun Sahibine.
İçim de huzur dolu …
Bir zamanlar şevkle koştuğum bu sevdalı tepelerin ardında, ötelerin ağaran şafaklarını görüyorum.”
AH ANACIĞIM!
“Ey oğul! Yaşlı ananın yüreğine cüsseleri kadar acılar bıraktı bu karlı dağlar, anan nasıl dayanır bu acıya?”
“Anacığım sen bilmez misin yiğidin anasının derdi de yüreği de büyük olur. Hatırlıyor musun anacığım . Biz babamla güneşin bağrında tarlalarda ekin biçerdik. Ben onları kağnı ile harman yerine taşırdım.
Kağnının bağırtısından dağlar taşlar inlerdi. Kış geldiğinde, köyün çocuklarıyla, ellerimizde birer tezek ve odunla medreseye giderdik. Sobayı yakar , duvarın dibine sıralanırdık. Ben her zaman sıranın en sonuna oturur,
okuma sırası bana gelinceye kadar dersimi ezberlerdim. Ve hep yanlışsız okurdum da Bekir Hoca; “şuncaz çocuk biliyor, siz bilmiyorsunuz “derdi. Ben hep o günleri özledim anacığım.
O günlerimi…
Sonra sen, büyük şehirlere yolladın beni anacığım.
Büyük şehirlere gittik ama bizi, birbirimize düşürdüler; kardeşi kardeşe vurdurdular.
Dövüşmek istemedik ama bizi dövüştürdüler. Beş bin vatan evladı yok yere öldü. Kim, niçin ölüyordu? Neden öldürüyordu, hiç bilmiyorduk.
Koskoca Anadolu'ya sığmayan bizler, daracık hücrelere sığdık, dışarıda birbirimizi öldüren, yaralayan bizler içerde bir birimizin yaralarını sardık.
Ben, beni öldürmek isteyenlere bile yapılan işkencelere dayanamadım.
Bir gün 'Yeter artık hepimiz aynı vatanın evlatlarıyız, yetti be!' diyerek
isyan ettim.Ah anacığım ah!
Beş bin ananın yüreğine ateş düştü o zaman, benim de yüreğim yandı anacığım.
Yüreğimin yangınlarıyla yürüdüm yarınları.
Onun için şimdi üşümüyorum anacığım, ben öyle yandım, öyle üşüdüm ki, artık yüreğimde ne yangına ne de soğuğa yer kalmadı.
Ha, bir de ben daha çocukken, köyde kar yağdığında elimde
tahta sıyırgıyla damda biriken karları kürerdim.
Anacığım şu sıcak ellerinle üzerimdeki karları bir sıyırsana.
Son bir kere daha bakayım Anadolu gibi ışıldayan yüzüne.
Ben gidiyorum anacığım çok uzak bir yerlere gidiyorum.
Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır.
Huzur dolu içimde.
Zikre dalmış her şey.
Güne gülümsüyor papatyalar
Bahara ulaşıyor ülkem.
Bahara…
'Ey sonsuzluğun sahibi sana ulaşmak istiyorum.'
Sana…”