Hava sıcak...
Altan Tan,
Diyarbakır’ı ve bölgenin evrildiği siyasi istikameti anlatıyor. İbretle dinliyoruz.
Diyarbakır
modern bir
kent... ‘Eski’ ile ‘yeni’ iç içe... Sadece ‘oralılar’ın değil, oralı olmayanların da içinde kendilerini ifade edebilecekleri ilginç bir kültür vadisi.
İkinci durağımız
Mardin...
Sevgili Mahmut, Ömer ve Mutlu hocaların mihmandarlığında, insana farklı bir uzamdaymış duygusu yaşatan bu harika şehirde geçmişi, geleceği, tarih öncesini, tarih sonrasını soluyoruz...
Fikri Akyüz de ekipte. Bir ‘son dakika satışı’na gelmezsek,
Rasim Ozan Kütahyalı da katılacak...
Mardin harika bir şehir...
Harika bir valisi var.
Kasımiye Medresesi’ni görmeniz lazım.
Sur içini, sur dışını, taş evleri, eyvanları, serin avluları, Dara’yı, Gül Mahallesi’ni, camileri, kiliseleri, havraları...
Şanlıurfa ha keza... İnsanları sıcak, samimi, konuksever... Buraya adım attığınızda, muhabbetten başınızı alamıyorsunuz. ‘Muhabbet’ sözcüğünün içini dolduran ‘hakiki insanlarla’ bir arada olmanın muazzam keyfini yaşıyorsunuz. Gerçekten harika...
Kendim ‘oralarda’yım ama aklım fikrim bıraktığım yerlerde. Bu yazı da,
doğal olarak ‘bıraktığım yerler’in gündemiyle ilgili olacak.
Haa, Derbesiye’yi de anmam lazım.
Hamit Can’ın ‘Derbesiye Günleri’ni bir solukta, nostaljik duygularla, gıpta ederek okumuştum. Benzersiz bir anı kitabıdır... Nasibimizde, kıyısından
demiryolu geçen,
Suriye sınırındaki bu ‘şirin ötesi’
kasabayı görmek de varmış...
Evet, Derbesiye’ye gittim ve Hamit Can’ın sokağını, arkadaşlarını, trenlerini gördüm. Kasaba,
Sinan Çetin’in ‘Propaganda’ filminde kullandığı platoyu çağrıştırıyor. ‘Siz de gidin ve görün’ diyeceğim ama, önce ‘Derbesiye Günleri’ni okumanız lazım.
Mardin ve Şanlıurfa defterini böylece kapattıktan sonra,
Ümit Kocasakal defterini açabiliriz.
Bu Ümit Kocasakal
Galatasaray Üniversitesi’nde hocalık yapıyor.
Zannedersem ‘hukuk’ öğretiyor.
İşçi Partisi tandanslı (yanılıyorsam beni düzeltsin) bir akademisyen.
Hukukçuluğu nasıldır bilmem ama, ‘ideolojik bir varlık’ olarak kötü, çok kötü bir performans sergiliyor.
Arada sırada
Ruhat Mengi hanımefendinin ‘Her Açıdan’ adını verdiği ama meselelere ‘tek açıdan’
bakan programında tesadüf ediyorum.
Rijit bir konuşmacı...
Çok da öfkeli...
Konuşurken, artık bilerek, artık bilmeyerek, etrafa ‘grotesk korkular’ saçıyor. Onu dinlediğinizde, bir Poe öyküsünden yara bere içinde kalkmış hissediyorsunuz ve hem doğduğunuz güne, hem de ‘böyle bir
ülkede’ yaşadığınıza lanet ediyorsunuz.
Kocasakal’a göre her şey kötü, her şey berbat, ülke batıyor, devlet karşı
devrimciler tarafından parsel parsel ele geçiriliyor... Birazdan idam sehpaları kurulacak, ülkede ne kadar devrimci varsa, (muhtemelen)
Zekeriya Öz tarafından ipe dizilecek.
Parlamento düştü.
Hükümet nicedir ‘istenmeyen eller’in kontrolünde. Son ‘laik
kale’miz
Çankaya da elden gitti. ‘
Ergenekon soruşturması’ndan sonra yargı da tamamen elden gidecek. Sonumuz ne olacak?
Böyle diyor Kocasakal.
Ben de diyorum ki, normal sayılabilecek hiçbir ülkede, ‘devleti ele geçirmek’ diye bir ifadeye rastlayamazsınız.
Her parti, halktan ruhsat alıp iktidara gelmek, kendi kadrolarıyla çalışmak, kendi bürokratlarını atamak ister. Bu ‘devleti ele geçirmek’ değildir.
Kaldı ki, devlet, ele geçirilebilir, ele geçirilmesi (birilerine) hak olan ve tasarruf edilebilir bir şey de değildir. Dolayısıyla, devletin, durduk yerde sahiplik vehmeden ‘memurin takımı’nın, hele Ümit Kocasakal gibilerin korumasına ihtiyacı yoktur...
Peki, devleti ‘kötü niyetli’ kişilere karşı koruduğunu öne süren ‘iyi niyetli’ Kocasakal’ların ‘iyiliği’ nereden geliyor?
Güneydoğu fasilesi bitsin, belki bu mevzuları da konuşuruz.