Siz takıntı deyin, ben fikri takip.
Hakkâri Çukurca’da 27 mayısta meydana gelen ve altı askerin şehit olduğu
mayının askerler tarafından döşendiğini anlatan iki
komutanının ses kaydının internete düşmesinin üzerinden tam 69 gün geçti.
Ve hâlâ ne
Genelkurmay Başkanlığı ne de o iki komutan bu görüşmeyi yalanladı.
Geçen gün
Murat Yetkin’in yazdığına göre Genelkurmay’da bu konuda bir
soruşturma yürütülüyormuş.
Diyelim ki Yetkin, 29 ağustos tarihli o yazısını o gün, soruşturma başladığı anda yazmaya başlamış olsun. O soruşturma üzerinde de dört gün geçti.
Velev ki o iki komutanın “mayınları biz yerleştirdik ama bunu örtbas edelim” konuşması da “orduyu yıpratmaya dönük bir F
tipi komplo” olsun.
Bırakın dört günü, dört saniyelik iki
telefon konuşmasıyla ortaya çıkarılabilir bu
Şöyle.
Komutanlar aranır: “Buyurun komutanım” dedikleri anda sesleri kaydedilip telefon kapatılır. Sonra internete düşen seslerle örtüşüp örtüşmedikleri
kontrol edilir.
Örtüşmüyorsa, ele bir LAW silahı alınır.
Fikret Bila, Murat Yetkin,
Fatih Altaylı,
Uğur Dündar çağrılıp bir
basın toplantısı yapılır.
Orduyu yıpratmaya çalışan bu şer odaklara haklı olarak hadleri bildirilir.
Peki, Genelkurmay Başkanı’nı 69 gündür bu en sevdiği şeyi yapmaktan alıkoyan nedir? Neden iki satırlık bir yalanlanmayla bize hadlerimiz bildirilmiyor. Neden 69 gündür “yalancı, müfteri, ordu düşmanı, ne oldukları malûm güçler, yeminli ordu düşmanı” ilan edilmiyoruz.
Peki, neden medya bu habere bu kadar kayıtsız kalıyor. Neden eften püften meselelerle uğraşacağımıza Genelkurmay’ı bu konuda açıklama yapmaya zorlamıyoruz. Dün Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin haklı olarak bu soruyu sordu. (Kürşat Hoca’nın yazısında 26 haziranda ilk olarak Taraf’ın yazdığı haberi Taraf’ın neden aylar sonra yeniden gündeme getirdiği de sorgulanıyordu. Ama atladığı bir şey vardı: Taraf’ta benim imzamla çıkan haber 26 hazirandaki Zaman haberinin tekrarı değil, internete düşen o konuşmalar üzerine olayda hayatını kaybeden bir askerin ailesinin suç duyurusu yapması hakkındaydı. Yine de Taraf’ın diğer gazeteler gibi bu haberi aylarca görmemesine getirdiği eleştiriler konusunda son derece haklı.)
Gazetelerin bu habere karşı bu ilgisizliğiyle ilgili benim aklıma tek bir şey geliyor.
Bu kayıtsızlığın arkasında telefon konuşmalarının dinlenip, kaydedilip internete konulmasına karşı geliştirilen bir refleks var.
Benim bu konudaki tavrımı herkes biliyor. Epey de tepki çekme pahasına
darbe günlüklerinin çalınıp
Nokta dergisine ulaştırılanların hırsız, Şener Eruygur’un eşinin mahkemeleri nasıl ayarladıklarıyla ilgili konuşmalarını dinleyenlerin de tele kulakçı kötü çocuklar olmadığını savundum açıkça.
Şimdi bir örnek olay daha var karşımızda.
Kürt sorununda tam hava yumuşarken,
Başbakan inadı bırakıp tam Ahmet Türk’e randevu vermişken, birden Çukurca’da mayın patlıyor ve altı asker şehit oluyor. Bunun üzerine Başbakan randevusunu iptal ediyor. Genelkurmay patlamanın ardından mayını yerleştiren PKK’lıların kaçtığı
Kuzey Irak’a hava operasyonu yaptığını duyuruyor. Hatta karadan yapılan takip sırasında da bir asker daha şehit oluyor. Gazeteler günlerce barışa darbe diye manşetlerden bu haberi veriyor, şehitlerin hikâyelerinden, hüzünlü cenazelerinden bahsediyor. Hatta
Ali Kırca olay yerinden
canlı yayın yapıp mayının nasıl patladığını anlatıyor.
Ve siz tüm bunlar olurken, aslında olan bitenin böyle olmadığını anlatan bir telefon konuşmasını kulaklarınızla duyuyorsunuz. Tam karşınızda, kulağınızın dibinde o altı askerin gerçek katilleri konuşuyor. “Bizim mayınlardı” diyor. “Tamam, ama bunu kimse bilmesin, başka türlü açıklayalım” diye plan yapıyor.
Ne yaparsınız? “Ne yapalım
iletişim özgürlüğü bu. Onların mahremidir bu konuşmalar” gibi tertemiz liberal argümanlarla duyduklarınıza kayıtsız mı kalırsınız? Bu konuşmaları gizlice kaydedip yalan söylenen kamuoyuna duyurunca sizin adınız tele kulakçı mı olur? Bu dinlemeyi yapanlar şerefli midir değil midir?
Ya da şöyle soralım.
Altı askerin askerî mayınlarla öldürülüp, bunun göz göre göre örtbas edildiği bir ülkede katillerin kaçış planını teşhir edenlere “iletişim özgürlüğünü ihlal ettikleri” gerekçesiyle kirli,
şüpheli muamelesi yapmak belki bazı
soğuk hukuki ilkelere sığabilir ama hangi
adalet anlayışıyla bağdaşır?