1
Mayıs 2010 itibarıyla
Türkiye’de artık bir “devrim tehlikesi” kalmamıştır.
40 yıldır süren “bu kış komünizm gelecek” paranoyası, binlerce insanın hayatına mal olan, yüz binlerce kişiyi işinden, ülkesinden eden, iki darbenin temel gerekçesi olmuş, devleti tir tir titretmiş bir “iç tehdit” dün itibariyle tuzla buz olmuştur.
Bu tarihî ânın saati olarak ister kendinize Timur Selçuk’un
Taksim Meydanı’nda
1 Mayıs Marşı’nı okuyarak “
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı”nı ilan ettiği 12.30’u alın, ister Türkiye’de burjuvazi-devlet-kapitalizm-milliyetçilik deyince neredeyse robot resmi aklıma gelen Yiğit Bulut’un jöleli saçları,
altın kol düğmeleri ile “bir emekçi olarak” Taksim Meydanı’na indiği 11.00 sularını.
Türkiye’de bir “kartelci burjuvazi” varsa onun herkesten çok sesi olması beklenen CNN Türk’ün Çavbella marşıyla 1 Mayıs haberlerini verdiği ânı, çalışanlarını sorgusuz sualsiz işten atabilen kapitalist merkez medya gazetelerinde bugün karşınıza çıkacak goşist
devrimci heyecanı ya da muhtemelen bugün okuyacağınız Komutan Yardımcısı Marcos’un yardımcısı edasıyla yazılmış bir Yılmaz Özdil yazısını da kendinize milat kabul edebilirsiniz.
Memleketin en dokunulmaz
sermaye gruplarından birinin, her türlü
özelleştirme ihalesinde görünen medya patronu yazı yazdığı yerin bir molotofkokteyllik mesafesindeyken,
Paris Komünü sırasında çıkan Komün’ün resmî gazetesinde yazıyormuşçasına devrimci coşkularla yazma konforunun, devrim için bekleyen kitlelere gizli mesajlar veriyormuşçasına yazma fantezisinin bir anlamı yok mudur?
Hadi izin verilse önümüzdeki yıl
İstanbul Garnizonu’nun bile çoluk çocuk tam kadro gelebileceği, polis panzerlerinden devrim marşları çalınabilecek kıvamda geçmiş bu 1 Mayıs’ın herkes tarafından böylesine coşkuyla kucaklanmasından şüphelenmek fazla mı hinliktir?
Dün meydanda “Bugün Taksim yarın devrim” diye bağıran solun Taksim coşkusu geçtikten sonra üzerinde düşünmesi gereken 1 Mayıs’tan ve devrimden neden artık kimsenin korkmadığı sorusudur.
Cevap biraz acıdır.
Çünkü devrim artık tahayyül düzeyinde bile kendine yer bulamayan imkânsız bir düştür artık.
O halde bağıra çağıra istenebilir, geyiği yapılabilir, en epik devrimci marşlara eşlik edilebilir, kedi seviyormuş gibi sol sevilip, keşke sol
iktidar olsa diye dilekler tutulabilir.
Solun haksızlıklara karşı çıkma güdüsü, cesaret, meydan
okuma, ve tabii ki “tarihin motoru” kabul ettiği şiddet içinden ürettiği coşkulu marşları, yeşil parkaları, epik edebiyatı, sloganları cazip ve keyifli
tüketim malzemeleridir artık.
Artık kovuşturma, içeri tıkılma tehlikesi kalmayan, ufukta da bir komünizm tehlikesi kalmadığı için bir geçmiş zaman nostaljisi, gülümsemeyle hatırlanan, arada bir içine girilip adrenalin salgılanan bir
gençlik heyecanına dönmüş, “şanlı tarihi” hatırlanıp nostalji yapılan, sembolleri yağmalanıp caka satılmaktan ibaret kalmış bir devrimciliktir bu.
Ertuğrul Özkök’ün eşinin Türkiye Komünist Partisi’ne oy vermeyi düşündüğü bir kopukluk halinde bu çıplak gerçeği görmek zor olabilir.
Ama sol ne kadar
erken bununla yüzleşirse devrim ve bir sosyalist
toplum hayali o kadar canlı kalabilir.
Romantik bir devrimciliğin peşinde reel siyaseti unutan sol için bu sahte “devrim sevicilikten” daha öğretici bir uyarıcı bulunamaz.
Dünkü 1 Mayıs, 12
Eylül 1980’in kötü hatıralarında takılıp kalmış bu çocuksu romantik devrimciliğin, yerini zamanın ruhuna uygun siyasetler üreten olgun bir sola bırakmasına vesile olursa tarihî bir gün olabilir gerçekten.
Yoksa birkaç yıl içinde 1 Mayıslar yurtta, dünyada, dış temsilciliklerde ve
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde coşkuyla kutlanan diğer bayramların arasına katılır.