Avrupalı bir düşünür, “Eğer görünüşle gerçeklik arasında fark olmasaydı bilime ihtiyaç olmayacaktı” der. Bilim adamının gayesi görünüşün ötesine geçmek ve gerçekliği araştırmak olmalıdır. Bir fizikçi basit bir maddede, bir biyolog basit bir canlıda ve bir astronom gök yüzünde sıradan insanların gördüğü şeylerden çok fazlasını görür ve çok fazlasını bilir. Sosyal bilimciler de böyledir. Bir psikolog insan davranışlarını, bir sosyolog toplumu ve bir siyaset bilimci siyasi olayları görünüşün ötesinde algılar ve gerçekliğini bilmeye çalışır.
Maddi nesnelerin dahi görünüşle gerçekliği farklı ise sosyal dünyanın görünüş ve gerçekliği oldukça farklı olmalıdır. Siyaset dünyası doğası gereği görünüş ve gerçekliğin belki de birbirine en uzak olduğu alandır. Bunun sebebi halkı ikna için propagandaya dayalı suni bir dünya kurmak siyasetin daima en önemli gayesi olmasındandır. Politikacılar bu hususta oldukça mahirdirler. Bu da siyasetin tabiatı gereğidir.
Fakat Türkiye özelinde durum daha da vahimdir. Türkiye demokrasi tarihinde hiçbir zaman bu denli gerçeklikten uzak ve yalana dayalı bir siyasete tanıklık etmedi. Türkiye’de oyun kurucular 15 Temmuz meşum olayını organize ederek insanları aldatmak için yalan ve iftiraya dayalı bir sahte gerçeklik oluşturdular. Hakk’a ve hakikate ihanet ettiler. Gayeleri insanları iktidarın yanında tutmaktı. Sıradan insanları aldattılar, olayları nasıl görmeleri ve nasıl yorumlamaları gerekiyorsa, öyle gösterdiler ve öyle yorumlattılar, nasıl bilmelerini istiyorlarsa öyle bildirdiler. Tamamen algı ve yanılsamaya dayalı yalan bir dünya inşa ettiler. Halkı uyuttular.
Bu şartlarda bir kısım insana halkı uyarmak, Hakk’ın ve aynı zamanda hakikatin yanında olma sorumluluğu düşüyordu. Fakat entelektüeller, ilim adamları, din alimleri ve maneviyat önderlerinin çoğunun görevi buydu ancak yapmadılar. Sıradan halk gibi onlar da bu kurguya, yalan üzerine inşa edilmiş bu dünyaya inandılar ya da inanmış göründüler; aldandılar ya da aldanmış göründüler. Diğer bir grup ise meselenin vahametini sezdikleri için üstüne gitmekten imtina ettiler. Eğer bunlar meselenin üstüne gidip araştırsalardı hakikati öğreneceklerdi. Ancak hakikati bilmek ve onun gereğini yapmak cesaret ve sorumluluk gerektirdiği için buna yürekleri yetmedi, korktular ve hakikati araştırmayı bıraktılar. Bu durum onların işlerine geliyordu. Bunların durumu birincilerin durumundan daha kötüdür. Birinci grup cahil ise, bunlar ilminin ve konumunun gereğini yapamayan korkak kişilerdir.
Bir de üçüncü grup var. Bunlar gerçeği bal gibi biliyorlardı. Yani 15 Temmuz’un bir kurgu olduğunu ve 15 Temmuz’dan sonra Hizmet Hareketi’yle ilgili söylenenlerin hilafı hakikat olduğunu biliyorlardı, ancak dünyalıklarını kaybetmekten, halk nezdinde hain ilan edilmekten ya da hapse girmekten korktukları için gerçeği itiraf edemedi ve onun yanında duramadılar. Bildiği ve gördüğü hakikati söyleme erdemliliğini gösteremeyen, onun için bedel ödeyemeyen ilim adamı ve entelektüel aslında mesleğine ihanet etmekte ve konumunun hakkını verememektedir. Bildiği hakikatin gereğini yapmayan din alimi ve maneviyat büyüğü de hakikate ihanet etmiştir. Sadece Allah indinde değil kendi vicdanı karşında da sorumludur. Ancak konuşma özgürlüğünün tamamen kaybolduğu ve doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulduğu, hapse atıldığı bir Türkiye’de susmak suretiyle zulüm ve zalimden yana olmamak, yalan ve iftiraya dayalı dünyanın inşasına katkıda bulunmamak dahi, maalesef bir erdem olmuştur. Bu şartlarda susan entelektüelleri, ulema ve meşayihi bir nebze anlayabiliriz. Bunlar hakikatin yanında olamamış onu savunamamış olsalar da en azından zulmün yanında olmamış ve zalimi alkışlamamışlar. Bu da kendi çapında bir fazilet olsa gerektir.
Değerler skalasının en altında yer alan bir başka tip vardır ki, bunlar Türkiye entelektüel tarihinin şahitlik ettiği en ahlaksız gruptur. Bunlar hakikati yani 15 Temmuz meşum hadisesinin Hizmet Hareketi’ni yok etmek için planlanan tuzak olduğunu bildiği halde, statüsünü korumak, menfaatini muhafaza etmek ya da daha fazla menfaat elde etmek için bu yalan propagandaya dayalı “gerçekliğin” var oluşuna, yaşamasına ve halk tarafından benimsenmesine katkıda bulunan din alimleri, gazeteciler, sosyal bilimciler ve tasavvuf büyükleridir. Bunlar bildikleri ve gördükleri hakikate ihanet etmişlerdir. Hakikati de adaleti de iyi biliyorlar, ancak onun gereğini yapmıyor ve yapamıyorlar, sadece dünya menfaati için zalimin ve zulmün yanında yer alıyorlar. Ne acı. Bir gün Türkiye’de gerçekler gün yüzüne çıktığı zaman ve hakikat bütün haşmetiyle boy gösterdiği zaman, bunlar önce kendi vicdanları önünde, sonra halk ve Hak indinde hesap verecekler. Kendileri tarafından aldatılan halk, bunu anladığı zaman onların itibarlarını yerle bir edecek, insan yüzüne bakamaz hale gerecekler. Sonra da hukuk önünde hesap verecekler.
Bir de beşinci grup var. Bunlar görünüşü gerçeklik olarak algılayan, hakikatle yalanı tefrik edemeyen, Erdoğan’ın yalanlarına gerçekten inanan ve onu doğru kabul eden ve olayların hakikati nedir diye hiç sormayan ve bütün bunlara rağmen kendilerine din alimi, gazeteci, entelektüel ve sosyal bilimci diyen bir gurup var. Hatta bunlardan bazıları zulme taraf olmayı ve yalan dünyanın inşasına katkıda bulunmayı dine hizmet görmektedir. Ya bu gafillere ne demeli. Bunlar hakikati görmedikleri için mazur kabul edilir mi? Hayır o kadar kolay değil. Hakikati göremeyen, ya da hakikati algısını bu tür kanaat önderlerinin etkisiyle oluşturan halk mazurdur. Ancak kendine din alimi, gazeteci ve entelektüel diyen insanlar asla mazur değildir. Bu kadar bariz olan bir şeyi görememek ve üstelik zalime hizmet etmek onların ilmi ve entelektüel konumlarını hak etmediklerini ve bu payeye layık olmadıklarını gösteriyor.
Din alimi ya da gerçek entelektüelden beklenen görünüşün ötesindeki gerçekliğe ulaşmak ve nihayetinde hakikatin sesi soluğu olmaktır. Sonra onun için bedel ödeme söz konusu olduğunda tereddüt etmemesi gerekir. Hakiki alim ve entelektüel haksızlık karşısında susmaz ve susmamalıdır, adaletin yanında zulmün karşısında olur. Eğer böyle yapmazlarsa Hak, hakikat adına bu tür alimlerden intikam alır ve itibarları yerle bir eder. Ahiretteki hesapları ise Cenabı Hakk’a kalmıştır. Zalim idarecinin yanında olan alim, Efendimiz (SAS) tarafından takbih (kabahatli) edilmiştir. İmam Nesâî ve Tirmizî’nin Ka'b b. Ucre'den rivayet ettikleri bir hadisi şerifte Efendimiz (SAS) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden emîrler olacaktır. Bu bakımdan onların yalanlarını tasdik eden ve onların zulümlerinin yardımcısı olan herhangi bir kimse benden olmadığı gibi, ben de o kimseden değilim. (Aramızda herhangi bir rabıta yoktur) ve böyle bir kimse (kıyâmet gününde) havz-ı kevsere varamayacaktır.” Deylemi’de rivayet edilen bir başka hadisi şerifte Efendimiz, “Emirlerin en hayırlısı, âlimlere gelen emirlerdir. Âlimlerin en şerlisi emirlerin ayağına giden âlimlerdir” buyuruyor.
Zalim yöneticiler idarelerini ve dolayısıyla zulümlerini meşru göstermek için daima alimlerin desteğine muhtaç olmuşlardır. Efendimiz (SAS) bu hakikati yıllar öncesinden görmüş ve bu konuda zalim yöneticiye yardımcı olan alimleri uyarmıştır. Efendimiz’in (SAS) uyarılarına kulak vermeyen alimlerin vay haline.