“İnsan ne kadar bekler ki?” diye sordu arkadaşına. Dalgındı… Elindeki tespihle oynuyordu. Cevabı beklemeden sorularına devam etti “1 saat mi? 1 gün mü? 1 yıl mı?” Muhatabına bakmadığı için, onun da düşüncelere dalmış olduğunu fark etmemişti Mehmet Şevki Bey. Yerinden doğruldu, kaşlarını çattı, o davudi sesi ile gürledi:
- “70 yıl bekler mi insan yahu, aklın alıyor mu tam 70 yıl?”
Halit Bey ile aslında aynı soru deryasına dalmışlardı. Rastlaşmamış olmaları sorularının farklı olduğunu göstermiyordu.
-“İman gücü böyle bir şey herhalde” diye mırıldandı Halit Bey.
Arkadaşıyla aynı sorunun cevapsız kıyılarında dolaşmak, Mehmet Şevki Bey’in sanki yükünü azaltmıştı.
Sustular…
Dil ile izah edemedikleri o kadar çok şey yaşamışlardı ki. Bu yüzden kalbe devretmişlerdi her şeyi. Kalbin hayret, pişmanlık, tevbe, şefkat ve şükür vadilerinde dolaşıp duruyorlar, sorularına cevaplar arıyorlardı. Vicdanın şaşmaz pusula olarak yanı başlarında beklediğinden ve onları sahil-i selamete çıkaracağından o kadar eminlerdi ki. Hem israf-ı kelama da lüzum yoktu.
İki hizmet arkadaşı, Tiflis’in tarihi hamamlarına bakan Selçuklu yadigârı meydanında, küçük bir kahvehanede, sükûtun çığlıkları eşliğinde kahvelerini yudumluyorlardı. Karacalar köyünde yaşadıkları her an, yanı başlarında yükselen minareden okunan ezan, Saime Teyze’nin bir ezan daha diye yalvaran bakışları, gözlerinin önünden tekrar tekrar geçiyordu…
Peş peşe gelen müjdeler…
Ümitsizlik hastalığını semtine bile uğratmamış samimi insanlar…
Yetmiş yıldan arta kalan değerlerle hayata tutunanlar…
Bu sefer sessizliği Halit Bey bozdu:
- Bir arkadaşım anlatmıştı: “Gönenli Mehmet Efendi ara sıra dostu Muzaffer Özak Efendi’yi sahaflar çarşısındaki dükkanında ziyaret edermiş. Okkalı kahveler içilir, birkaç kelimeyi geçmeyen kısık sesle sohbetin ardından sükût edilir ve vedalaşılırmış”. Çok şaşırmıştım bunu duyduğumda. “Hocam, şaşırmayın” demişti talebesi “Onlar gönül diliyle konuşuyorlar.”
Mehmet Şevki Bey mütebessim bir çehre ile “Ne güzel insanlar gelip geçmiş şu dünyadan” değil mi Halit?” dedi. “ Rabbim bize de onlar gibi gönül ehli olmayı nasip etsin.”
-Halit Bey: İnşallah abi. Allah’tan (c.c.) böyle bir kalp dileyelim. Üstadımız ne diyor: “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” Allah (c.c.) Ganiy-yi Kerim’dir. İkram edicilerin en zenginidir. Biz istemeyi bilirsek O (c.c.) vermez mi hiç?
Mehmet Şevki Bey’in yüzündeki mütebessim çizgiler ciddi bir hatta dönüşmüştü. Çizgilerin arasındaki soru işaretleri neredeyse yok olmak üzereydi. “Yürü Halit” dedi. Sabahtan beri düşünüp kilitlendiğimiz her şeyin anahtarı üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nde. Şeyh San’an Tepesini bulmalıyız. Üstad 65 yıl önce tepeye çıkmış Tiflis’i seyrediyorken ne demişti Rus polisine, hatırla:
Rus Polisi: Niye böyle dikkat ediyorsun?
Bediüzzaman: Medresemin planını yapıyorum
Rus Polisi: Nerelisin?
Bediüzzaman: Bitlisliyim.
Rus Polisi: Burası Tiflis’dir.
Bedizzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.
Rus Polisi: O ne demek?
Bediüzzaman: Asya’da, Alem-i İslâm’da, üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor (ortaya çıkıyor) . Sizde, birbiri üstünde üç zulmet(karanlık) inkişafa başlayacak. Şu perde-i müstebidâne(zorbaca, keyfi perde) yırtılacak, takallüs edecek (açılacak), ben de gelip burada medresemi yapacağım.
Rus Polisi: Heyhat şaşarım senin ümidine
Bediüzzaman: Şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüz) vardır.
…….
Yıllardır kitaptan okudukları, tarihe not düşmüş bu diyalogun, tam da yanı başındaydılar. Belki de tam ortasına düşmüşlerdi. Bu tarihi yolculuğun içine girip bugüne söylenecek sözlerde birer kelime olma fırsatı düşmüştü belki de karşılarına…
Mehmet Şevki Bey:
- “Üstadın duası bizi buraya getirmiş Halit! Buraya gelin, kardeşlerinizin elinden tutun demiş Halit! 65 yıl öncesinden bize hedef göstermiş Halit! Üstad bizi o tepede bekliyor Halit! Hiç vakit kaybetmeden o tepeyi bulmalıyız”
Sokak sokak dolaşıp Şeyh San’an tepesini sordular, bilen yoktu. Belli ki eski adı deyip kütüphanelerden yardım istediler, kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlanmamıştı. Gözleri Tiflis’i gören tüm tepelerde dolaşıyordu ama hangisiydi?
Mehmet Şevki Bey: “Tiflis’in en yaşlısına götürün beni. Bilse bilse o bilir ancak” dedi.
-70 yaşında biri var, olur mu?
-Hayır
-80 var?
-Daha yaşlısı var mı?
-103 yaşında bir nine var. 3 yıldır yerinden kalkamadan yatıyor.
Mehmet Şevki Bey heyecanlandı. “Tamam” dedi . “Bu ana mutlaka bilir tepeyi.” Hazırlandılar, düştüler yollara. Yaklaştıkça heyecan artıyor, sanki kalplerini bir el sıkıyor, nefes alıp vermelerini zorlaştırıyordu. Kader-i ilahinin onların karşısına neler getireceğini henüz bilmiyorlardı.
Yaşlı kadınaysa bir misafir geleceğini söylemişlerdi o kadar… Ana beyaz örtüsüyle kendinden geçmiş bir vaziyette yatıyor, misafirlerini bekliyordu.
-Esselamun aleyküm
Allah’ın (c.c.) selamı baygın yatan anayı canlandırmış, okun yaydan fırladığı gibi yatağın ortasına oturtmuştu. Etrafındakiler, yıllardır yerinden kalkamayan anaya karşı şaşkın bakarken, bir taraftan da kollarından tutmak istediler. Onların yardımını reddeden yaşlı kadın, gözlerini kutlu misafirlerine dikmiş “Sen, sen…” diyordu tek tek parmağıyla işaret ederek.
-“Ana ne o sen sen?” diye sordu Mehmet Şevki Bey
Ana şaşkın, ana mutlu, ana hüzünlü:
-“Sen sen” diyebildi
Misafirler şaşkın
-Ana kim o sen sen dediğin?
-Dün rüyamda Muhammed (s.a.s.) geldi. Benim torunlarım gelecek, onlar sana ne derse öyle işle, sakın ha başka yapmayasın dedi.
-Ana biz miydik o iltifata mazhar olan?!
Ana kendinden emin bir vaziyette misafirlerinin isimlerini saydı. Senin adın şu, senin adın bu…
Peş peşe gelen bu nimetler, bu iltifatlar gurur duymalarına değil, bir dal gibi kıvrılıp, başını yere koyarak şükür secdesi etmelerine vesile oluyordu. Biliyorlardı ki bu iltifatlar yolcuların değil yolun güzelliğindendi, niyetin ihlâsındandı.
Ana, yıllarca beklediği misafirlerine Efendi’sinin (s.a.s.) müjdesiyle kavuşmuştu. Artık ölse de gam yemezdi. Bu şerefle ahirete göçmek tek dileğiydi. Mehmet Şevki Bey ananın heyecandan pırpır eden yüreğinin duracağından endişe edip, gözyaşlarını silerek, derin bir nefes alıp sordu:
-Ana Şeyh San’an tepesini bilir misin?
-Bilirim tabi. Men o tepeye çok gittim. Dediler ki “Bir Türk âlimi esir olmuş, oraya getirilmiş. Büyükleri yanaştırmırlarmış. Men eteğimde…Bilir misin molla eteği? O’na çok aş-ekmek doldurdum. Sen Said Nursi Hazretlerini soracaksın. Men O’na çok yemek taşıdım
-Ana bu gözler mi gördü o mübareği. Kurban olayım sana müsaade et. Elinden gözlerinden öpeyim…
Halit Bey gözyaşlarına hâkim olmaya çalışırken, hocamızın “Siz beklenen insanlarsınız.” cümlesini şimdi daha iyi anlıyorum diyebilmişti sadece…
Sağanak halinde yağan nimetler, şükrü gerektiren uzun bir hizmet yolculuğunun mukaddimesiydi. İnsanlık tarihine yazılacak mübarek satırlara kalem olarak kullanılıyorlardı. Ne gam…Ezan-ı Muhammedi ile başlayan yolculukları, Kâinatın Efendisi’nin (s.a.s.) ev sahipliğinde devam ediyordu. Şimdi 70 yılın boşluğunu doldurma zamanıydı…