Saymaya kalksak, Allah’ın verdiği nimetleri sayamayız. Ama biz bütün bunların ne kadar farkındayız? Bu gafletimizden dolayı Rahman Suresi’nde Cenab-ı Hak nimetlerini defalarca sayıp döktükten sonra “Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz. Hangisini yalanlayabilirsiniz? Yalan sayacak bir nimeti var mı?” diye derin sorgulamalarla bulunuyor?
Menkıbe olarak anlatılıyor: Sultan Ahmed bir gün tebdil kıyafet edip halkın içine karışmış… Bir yere gelmiş, bir de bakmış babasının sevdiği kıymetli danışmanlarından bilge İsmail, eskimiş abaya sarılıp, bir kenarda kıvrılıp yatmış. İnanamamış… Bir bakmış, bir daha dikkatli bakmış… O işte… Ta kendisi…
Ne olmuştu bu kör düğüm olan problemleri ustalıkla çözen bu hikmet ve tecrübe sahibi kişiye? Gerçi onun bir zaman hanımı ölünce çok üzülüp ictimaî hayattan merdum giriz bir hale geldiğini işitmişti ama o kadar. Bu derece perişaniyetinden hiç haberi yoktu.
Sultan Ahmed, orada kendisini ızhar edip ilgilenmeyi pek uygun bulmadı. Belki onuru, izzeti incinir diye ince düşünerek, hemen saraya döndü ve güvendiği adamlarından birisine çok değerli elmastan bir mücevher vererek “Git bunu İsmail Efendiye hiç sezdirmeden cebine koy. Benden geldiğini bilmesin.” dedi.
Sultan Ahmed, onun mücevher kıymetini bildiği ve çarşıda ne kadar büyük fiyata satabileceğinden emin olduğu için, onunla ev-bark sahibi olur, geçim derdi ve problemi olmaz diye düşünüyordu. Güvendiği adamı gizlice o değerli elması İsmail Efendi’nin cebine yerleştirmişti…
Bir müddet sonra Sultan yine kıyafet değiştirerek onu izlemeye gitti… Ama ümit ettiği gibi onu bulamamıştı. Gideceği muhtemel bütün yerleri dolaşmış ve aratırmış, onu tanıyan birisine rastlamamıştı. Tam ümidini kaybedip Saraya döneceği sırada, sokakta uyuyan bir adama rastladı. Her halde biraz önce birisi farkına varmadan üzerine basmıştı. Yattığı yerden “Hey yabancı nereye bastığına dikkat et. Zaten hayat benim üzerime yeterince basmış. Daha fazlasına ihtiyacım yok” dedi. Sultan bu sesi tanıdı: “Bilge İsmail” diye mırıldandı. O da Sultan Ahmed’in mırıltı halindeki sözlerini duyunca onun kim olduğunu anladı ve yerinden ok gibi fırladı ama hemen yere kapaklandı. Sonra da “Sultanım kusuruma bakmayın kim olduğunuzu anlayamadım, çok özür dilerim” dedi.
Sultan Ahmed “Bilge İsmail niye hâlâ bu perişan halde durursun? Niye hayatına hâlâ çeki düzen vermezsin. Cebindeki elmastan haberin mi yok yoksa?” deyince, İsmail Efendi: “Haşmetli Sultanım, benim cebime elmas nasıl girsin. Hanımının vefatından sonra gelip çatan şeyler hep üzüntüler ve acılardır.” diye yakındı…
Aslında insanda, ahsen-i takvim üzere, en mükemmel şekilde, en güzel kıvamda yaratılmış olmanın nimetlerinden o kadar çok cevherler bulunmaktadır ki, kaşıkçı elmasları, pembe elmaslar onların yanında çok sönük çakıl taşları hükmünde kalır. Onlar hep, cepte duran farkına bir türlü varılmamış müthiş potansiyellerdir. Akıl, zeka, kalb, vicdan, sır, hafî, ahfâ gibi bilinenlerin yanında 18 bin âlemden birer numune olan gizlilerin de gizlileri var.
Resm-i geçitlerde kendisine verilen üniformalar ve takılan nişanların hepsini üzerine asıp ortaya çıkan komutanlar gibi, yeryüzünde bütün diğer mahlukat üzerine komutan yaratılan insanın, potansiyel donanımlar olarak benliğinde gizlenen ve geliştirilmesi istenen cihazların gayret ve dikkatle izhar edilmesi suretiyle göklerdeki ruhanilerin ve bizzat Yaradan’ın nazar-ı istihsanını kazanması söz konusudur.
Boş boş şeyleri okuyup merakı mı gidereceğim ve onlara tweet atacağım diye vakit öldüreceğine insan, tevhid çekse, dili devamlı istiğfar ile ıslak olsa, içinde bulunduğumuz asırla gelecek çağları aydınlatacak olan Risale-i Nurlar ve Pırlantalarla kafa ve kalbini tenvir etse, âlâ-yı illiyyin konumuna yükselir ve esfel-i sâfilîne düşmekten korunur.
Olumlu eleştirilere ihtiyacımız var. Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “rendeçleme” müspet mânâda tenkidi ifade eder. M. Fethullah Gülen Hocaefendi, herkesin bir kardeş edinip, yanlışlarını Allah rızası için söyleyebilmesi için de açık çek vermesini istedi. “Eğer buna tahammül ederseniz, kardeşliğin hakkını vermiş olursunuz.” dedi.
Bu da çok kolay değildir. Tezkiye edilmiş bir nefis ister. Ham ruhların tahammül edebileceği bir şey değildir. Ama Hocaefendi, bu kardeşlik anlayışı ile egoların yavaş yavaş eğitilip ehlileştirilmesini istiyordu. Hamdım yandım piştim diyenler gibi enaniyetimize darbeler vurup, deri ustasının en sevdiği deriyi yerden yere vurup güzelleştirmesi gibi, bir ameliye gerekiyor.
Tasavvuftaki riyazatlar zikirler, hep nefis terbiyesi için değil mi? Büyüğümüz Kalbin Zümrüt Tepeleri’ni bunun için yazmamış mıydı? Bir arkadaşımıza Hollanda’daki parlamenter “Evet insanların problemleri pek çok… Ama asıl problem ekonomik değil; asıl problem ekolojik değil; asıl problem Ego… Egolojik!..” dememiş miydi?
Pek doğru! Bunun için Otuzuncu Söz’deki Ene Bahsi çok önemli… Prof. Dr. Coulin Torner, onu okuyunca “Çıldıracağım; yazılamaz böyle bir şey!” demişti.