Türkiye seçimlere doğru hızla yol alırken ortalıkta uçuşan atışmalardan, bel altı vuruşlarından ortalık toz
dumanken
Başakşehir Belediyesi ilginç ve anlamlı bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Türkiye'de görev yapmakta olan neredeyse bütün müftülerin kendisinden veya öğrencilerinden
ders almış olduğu Halil Gönenç hoca için bir saygı gecesi düzenledi. Konuşmacı olarak davetli olduğum halde katılmam nasip olmadı ama hem bir konuşma metni yolladım hem de bir kulağım sürekli programdaydı. Telefonla öğrendiğime göre programa çok yoğun bir
katılım olmuş, doğrusu bu beni çok duygulandırdı ve sevindirdi. Bu toz duman arasında bir alime saygı gecesine bu kadar yoğun bir rağbetin olmasına sevinilmez de ne yapılır?
Öncelikle söylemek gerekir ki, Halil Hoca gibi muhterem âlimlere
vefa göstermenin onların şahsına bir faydası yok.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in de çok yerinde ifade ettiği gibi limleri anmak, onlara vefa göstermek hiç kuşkusuz o alimlere bir fayda vermez, ama onları hatırlayan onlarla ilgi kuran nesiller için paha biçilmez bir değerlenmeyi, bir canlanmayı ifade eder. O açıdan bu, alimlerini tanıyan bir
toplum adına sevindirici.
Halil Gönenç
Cumhuriyet döneminde yetişmiş önemli âlimlerden biridir. Aslında bu dönemde bütün tedbirler alim yetişmesin diye alınmış, başlangıçtan itibaren din eğitimiyle ilgili uygulamalar bir ulema sınıfının ve dinin kurumsal varlığının tasfiyesini hedeflemiş. 1933 yılında zaten hiç öğrencisi kalmamış olan ilahiyat fakültelerinin de kapatılmasıyla birlikte Türkiye'de din eğitiminin kurumsal varlığı uzun sürecek bir yokluk dönemine girecekti.
Halil hoca tam da bu baskıların olduğu dönemde doğmuş, bu
yasakçı ve baskıcı uygulamaların en yoğun biçimde yapıldığı dönemde ilk eğitim çağını geçirmiş. Bu esnada din eğitimi için bulup değerlendirdiği boşluklar ve fırsatlar, Cumhuriyetin bu döneminde din eğitiminin yine de hangi şartlara rağmen sürdürülebildiğini de gösteriyor. Bu dönemde inandıklarını yaşamak isteyenlerin ya bu diyardan gitmek veya evlerine kapanmak gibi seçenekleri vardı. Eve kapanmak da yetmiyordu çünkü evde din eğitimi aldığına,
Arapça Kuran okunduğuna veya bulundurduğuna dair bir duyum bir
jandarma baskınıyla sonuçlanabiliyordu.
Bu dönemde din eğitimini bütün bu baskılara rağmen inziva içinde sürdürmeye çalışan ulemayı Rasim Özdenören Gül Yetiştiren Adam metaforuyla çok güzel resmediyordu. Daha önce özellikle
Siirt ve Doğu medreselerinde bu yolla gizli gizli medrese eğitimini sürdürmeye çalışan ulemanın durumunu bu mecazı uyarlayarak anlatmaya çalışmıştım.
Halil Hoca, dönemsel olarak tam da gül yetiştiren adamlar kuşağının güllerinden sayılır. Ancak o bu tecrübeyi Türkiye'de yaşadığı gibi, bununla yetinmeyerek daha ötesini talep etmiş, ilim uğruna alabildiğine meşakkatli bir yolculuğu ve hayatı göze alarak o dönemde Doğu'da yaşayanlar için zor ama mümkün bir kanalı da kullanmıştır. O dönemler (kırklı yıllar)
Fransa işgali altında bulunan Suriye'ye giderek orada on yıl boyunca nispeten çok rahat sürdürülmekte olan medrese geleneğinin bütün müfredatını almıştır.
Suriye'ye dağları bayırları yaya olarak binbir türlü yokluk içinde aşmak, taze konulmuş sınırları aşmak, aşılan sınırların ardında rejim farklarını yaşamak, on yıl boyunca tam zamanlı olarak bir medresede yaşanan yoğun tecrübeler Halil Gönenç hocanın kişiliği üzerinde mutlaka çok derin etkiler yapmış, çok farklı bir ufuk kazandırmıştır. Bu tecrübelerin yaşanması çok zordur, bir çırpıda anlatıldığı gibi yaşanmıyordur elbet ama yaşanmış halleriyle bir ilim adamının yetişmesinde paha biçilmez değerde katkıları olur.
İlim yolculuğu eskiden beri en kaliteli ilim adamlarının yetişmesinde apayrı bir ilim tahsil metodu olarak ele alınmıştır. Halil hocanın bu
erken yaşta yaşadığı yolculuğun da onun yetişmesinde apayrı bir rolü olduğu, kendisine farklı hayat tecrübeleriyle ilgili güçlü bir fıkıh melekesi kazandırmış olduğunu düşünüyorum. Fıkıh melekesi her şeyden önce değişen zaman ve ortamlarda mümin kişi lehine ve aleyhine olan şeylerin derin bilgisi olarak tanımlandığında bunun önemi daha iyi anlaşılır.
Halil Hocanın Suriye'deki eğitiminden sonra Türkiye'ye gelişinde Türkiye'nin de şartları hızla değişmeye başlamıştır.
Din eğitimin üzerindeki baskılar kalkmış ama uzun bir fetret döneminin sonucunda dini ilimler alanında yetkin kimse kalmamış. Yeni açılan ilahiyat fakültelerinde ilk zamanlar dinde ilim sahibin insanlardan ziyade din hakkında
felsefe ve sosyoloji yapacak insanlar aranmıştır. O yüzden
dindar insanların ihtiyaçlarını henüz karşılamaktan çok uzak, daha bir süre içerden oryantalistler gibi çalışacaktır. Bu dönemde bütün Türkiye için İslami ilimleri Doğu'da nispeten biraz daha hayatta kalma yolu bulmuş medrese sisteminden yetişen ilim adamları ile Halil Hoca gibi Suriye'de ilmi kariyerini tamamlamış hocalar taşıyacaktır.
1960 yılında
müftülük hayatına başlayan hocanın Şafii olmasına karşılık Hanefilerin yaşadığı bölgelerin insanlarını da gözeterek
fetvalar vermesi onu bir "Türkiye müftüsü" kılan önemli yanlarından biri, ama kuşkusuz tek yanı değildir. Onun meselelere vukufiyeti, değişen zaman ve şartların yanısıra fetva talep eden insanların kişisel özelliklerini de dikkate alan yaklaşımı Türkiye müftüsü olma boyutunu ayrıca beslemiştir.
Fetva kavramının kendisi aslında böyle bir zaman-mekan, olay ve şahısların durumunu incelikle okumayı, şahsi meseleleri ve insanlar arasındaki meseleleri
hakem rolü alarak çözmeyi gerektiren bir iştir. Halen
doğu medreselerinden yetişen ilim adamlarının toplumda böylesi bir rolü de deruhte ettikleri bilinir.
İlim adamlarını tanımak, onlara hak ettiği değeri vermeyi en azından hatırlamak bir toplumun gerçek anlamda hayatiyet nişanelerindendir. Hatırlayanlara
selam olsun.