Daha önce fark mı etmiyorduk, yoksa gerçekten kadınlara yönelik şiddet her geçen gün daha da mı artıyor?
Bir istatistiğe göre son yedi yıl içinde kadınlara yönelik
cinayetlerin sayısında yüzde 1400 artış olmuş. Buna mukabil aynı dönemde cinsel
taciz suçlarında yüzde 30 artış olmuş. Ayşe Paşalı, Tuğba Dilek, Arzu
Yıldırım, Ünzile Çalışkan gibi medyada boy boy haber olan cinayetlerin yanısıra bu istatistiğe göre neredeyse her gün benzer özelliklere sahip üç cinayet işleniyor.
Kadın haklarına yönelik toplumsal bilinç düzeyinin nispeten daha fazla arttığı bir süreçten geçiyoruz oysa. Bu süreç kentleşme,
refah seviyesinin artışı ve kadanın toplumsal hayata daha fazla katılmasıyla belirlenmiş güçlü sosyolojik zeminler üzerinde cereyan ediyor. Bu sosyolojik gelişmelerin kadının toplumsal statüsünde,
ekonomik bağımsızlık seviyesinde yol açtığı artışa mukabil kadının şiddete maruz kalmayacak şekilde güçlenmiş olması da beklenir.
Üstelik bu esnada yapılan siyasal düzenlemeler kadının şiddete karşı korunmasına yönelik çok daha belirlenmiş sınırlar
tayin ediyor. 12
Eylül referandumunda kadınlar lehine pozitif ayırımcılık doğrultusunda yapılabilecek düzenlemelerin anayasanın eşitlik ilkesine uymadığı gerekçesiyle
itiraz edilememesi anayasal bir güvenceye bağlandı.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı konu üzerinde hassasiyetle duruyor. En son Bakan Fatma Şahin'in kadına yönelik şiddet eğilimi tespit edilenlere
elektronik kelepçe düzenlemesi teklifi bu yönde genel olarak ne kadar güçlü bir duyarlılığın gelişmiş olduğunu da gösteriyor. Şahin'in bu konudaki teklifi ve girişimleri toplumun kadın-erkek her kesiminden büyük takdir ve
destek topladı.
Yani kadına yönelik şiddet sözkonusu olduğunda aslında hiç bir
cinsiyet ayırımı olmadan aynı ölçüde büyük bir nefretle karşılanıyor. Kadının statüsü geçmiş zamanlara nazaran çok daha fazla kazanım elde ediyor, yani toplumsal statüsü yükseliyor, sosyal hayata ve istihdama katılımı giderek artıyor, ne var ki. bütün bu artış aynı zamanda kadına yönelik şiddetin artışıyla da paralellik arz ediyor. Aslında üzerinde durmamız gereken asıl büyük paradoks bu.
Kadına yönelik şiddetin artışını cinsiyetçi bir açıklamayla geçiştirmek mümkün değil. Bunu yapmak bir çok feministin hoşuna gidiyor olabilir ama doğrusu şiddet ile cinsiyet arasındaki ilişki yüzeysel ve tepkisel değerlendirmeler dışında hiç de doğrulanabilecek bir ilişki değildir.
Doğrusu kadının statüsünün artışı ile karşılaştığı şiddetin artışının ilk akla gelebilecek açıklamalarından biri geleneksel cinsiyet rolleri ile yeni cinsiyet rolllerinin çatışmasıdır. Tek tek her örnekten yola çıkarak değil de toplamda bu rollerin farklı kültürel kodları tahrif ederek harekete geçirdiği söylenebilir.
Bu şiddet artışının daha spesifik sebeplerinden biri de medyada sergilenme biçiminin oynadığı reklam rolü. Bu rol başka vakalar için tetikleyici olabiliyor. İntihar vakalarının artışında bu rolün etkisi kesin olarak tespit edilmiştir. Hiç
intihar vakası yaşanmamış bir yerde bir vakanın yaşanmasının akabinde diğerleri de sıradaymış gibi arka arkaya yaşanıyor. Marilyn Monroe'nun intiharını izleyen ay içinde (1962)
Amerikan tarihinde en yüksek intihar oranları tespit edilmişti. Bu intiharların hiç biri de Monroe'ya üzüntüden kaynaklanmıyordu, her biri kendi hikayesinin peşinde ama muhtemelen Monroe'nun intiharından etkilenerek tetikleniyordu. 2000 yılında yaşanan
Batman intiharlarında da daha sonra
Kastamonu ve başka yerlerde yaşanan bir dizi intihar vakasında bu etki açıkça görülüyordu. Kadına yönelik şiddetin neredeyse birbirini kopyalayarak cereyan etmesi de bu etkiyi akla getiriyor.
Geçtiğimiz hafta içinde
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in Diyanetin
Kadın Kolları iftarındaki konuşması şiddetin gerçek kökeni konusunda cinsiyetçi açıklamayı aşan çok daha yerinde bir teşhis ortaya koyuyordu. Görmez, "bu olayların cinsiyetle açıklanması mümkün değil" diyordu, aksine "sorun basitçe bir güç ve ahlak sorunudur". Güçlü olanların kendilerinden daha zayıf olanlara nasıl davranmaları gerektiği hususunda tabi olmaları gereken güçlü bir toplumsal ahlakla ilgili bir sorun.
Erkek kadından ona karşı fiziksel şiddet uygulayabilecek kadar güçlü olduğunda bu gücünü ne kadar ve hangi nedenle
kontrol etmeli?
Ünlü sosyolog Emile Durkheim, İntihar araştırmasında, kadınların şiddet vakalarında daha az yer almalarını, sanılanın aksine şiddete daha az yatkın olmalarına değil, güçlerinin az olmasına bağlar. Bu konuda bir dizi başka örnek arasında en önemlisi olarak
kürtaj vakalarını örnek verir. Kürtaj vakalarında erkeklerin de müdahil oldukları durumlar olabilir ama büyük çoğunluğu kadınlar tarafından uygulanır ve kendini hiç bir şekilde savunamayacak canlılar çok kolaylıkla parçalanarak öldürülebiliyor. Demek ki sorun cinsiyetle ilgili değil Prof. Görmez'in de yerinde ifadesiyle gücü ahlakla kontrol etmekle ilgili bir sorundur. Herkesin bir şekilde kendisinden daha zayıf varlıklara karşı potansiyel olarak sahip olduğu bu güç hayırlı bir biçimde nasıl kontrol edilebilir? Bu güçten bir şiddet değil bir
şefkat, merhamet ve
adalet sadır olması nasıl sağlanabilir? Bütün mesele bu..
Ramazan tam da sahip olduğumuz bu gücü denetlemekle ilgili, bizden daha zayıf durumda olanları düşünmeyi bize öğreten bir eğitim süreci değil mi? Sahip olduğumuz hiç bir şeyin, hiç bir gücün aslında bize ait olmadığını, bize emanet verilmiş olduğunu ve bunları sorumluca, ama mutlaka başkalarını da düşünerek idare etmemiz gerektiği dersini almadan Ramazan'dan çıkmak mümkün mü?
Açlık içinde yaşamakta olan Somaliliyi, Afrikalıyı, Suriyeliyi, yanıbaşımızdaki komşuları veya uzak komşularımızı düşünmeden bir Ramazan yaşamış olur muyuz?