Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İran ziyareti


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İran ziyareti Tunus'ta başlayıp Mısır'la devam eden, etkisi ve sonuçları giderek daha da büyüyüp çoğalacağı benzeyen Devrim ve değişim rüzgarlarının orta yerinde özel bir anlam kazandı. Türkiye, hem halkı hem de devletin en üst düzeyinden bu değişime desteğini ve sempatisini bildirmişti. Bu desteğin bilhassa Mısır'da çok özel yankıları oluşmuşken İran'a yapılan Cumhurbaşkanı düzeyindeki ziyaretin bu yankıların etkisinden uzak olması mümkün olamazdı. Ziyaretin zamanlamasını daha anlamlı kılan olaylardan biri de 14 Şubat günü Tahran'da muhaliflerin önceden Mısır'daki değişime desteklerini bildirmek üzere düzenleyeceklerini ilan etmiş oldukları geniş çaplı yürüyüşün İran Güvenlik güçlerinde yarattığı telaştı. Bu telaş ziyaretin Tahran safhasında baştan sona kendini hissettirdi. Abdullah Gül'ün İran ziyareti yüklü bir ajanda ile gerçekleşti, ama resmi gündemde olmayan bu konu bütün görüşmelerde de önemli gündem maddelerinden birini oluşturdu. Ahmedinejad'la ilk görüşmenin sonunda düzenlenen basın toplantısında Orta Doğu'daki halk hareketleri hakkında yöneltilen bir soru üzerine Cumhurbaşkanı Gül 2003 yılında yine Tahran'da gerçekleşen İslam Konferansı toplantısında yaptığı konuşmada ortaya koyduğu manifesto niteliğindeki sözlerine atıfta bulunarak cevap verdi. "Ülkelerin yöneticileri değişime öncülük etmezlerse bu öncülüğü kaçınılmaz olarak halklar yapar, o yüzden halkın taleplerine kulaklarımızı çok açık tutmalıyız" mealindeki sözleri İran ortamında anlamını yeterince bulmuş olduğu halde büyük ihtimalle İran'lı yetkililer tarafından Mısır için söylenmiş farz edildi. Cumhurbaşkanı Gül'ün kameraların önünde ve yine de isteyenin üstüne alınmaktan kaçınabildiği bu uyarısına mukabil, daha sonraki bütün seviyelerde halkın taleplerine kulak vermenin önemi üzerine dostane uyarılarını hiç ihmal etmediğini öğrendik. Doğrusu sadece bu durum bile Türkiye'nin uluslar arası zeminlerde kazanmış olduğu özel statüye özel bir dikkati hak ediyor. Bilhassa Gül, Erdoğan ve Davutoğlu üçlüsünün kişisel özellikleri ve üsluplarıyla kazanmış oldukları bu yer giderek özel bir aktörlük biçimi olarak Türkiye'nin uluslar arası ilişkilerine ayrıcalıklı bir yer kazandırıyor. Normalde başka hiçbir yabancı devlet adamından kabul edilemeyecek sözler Türk Cumhurbaşkanı, Başbakanı veya Dışişleri bakanından duyulduğunda hiçbir art niyet aranmaksızın dostça bir hüsnü kabul görebiliyor. Bugünlerde Amerikan elçisinin Türkiye için söylediği sözlere gösterilen tepkiler bir yana, benzer sözleri ABD başkanı bile söylese Türk kamuoyunda nasıl bir karşılık bulabileceğini tasavvur edin isterseniz... Benzer bir karşılaştırmayı Tebriz'de Cumhurbaşkanı ve konvoyunun halk tarafından karşılanma biçimi üzerinde de düşündüm. Geçilen bütün yolların her iki yanında tamamen spontane toplanmış kalabalıklar tarafından yoğun sevgi gösterileri altında ve "yaşasın Türkiye!" sloganlarıyla karşılandı Abdullah Gül. Cengiz Çandar köşesinde benzer bir durumda Türkiye'de "yaşasın İran" diye bağıracak bir kalabalığın bulunamayacağına dikkat çekti. Gerçi Çandar bu "yaşasın Türkiye" sloganının, kitleler tarafından söylenemeyen başka şeylerin, yani Tahran'daki yönetime yönelik bir eleştirinin ve protestonun bir ifadesi olarak yorumlamış ki, kesinlikle doğru. Türkiye'ye yönelik yoğun sempatide kendi yönetimine yönelik bir memnuniyetsizliğin büyük payı var. O yüzden Türkiye'ye yönelik teveccühün çok sağlıklı olmadığını ve nereye doğru gelişeceği belli olmayan bir tepkisellik içerdiğini de kaydetmek gerekiyor. O yüzden Gül çok açık ve dostane bir üslupla uyarılarını yaptı: Bu böyle gitmez.. İran İslam Cumhuriyetinin kendisi de bir halk hareketi olarak 32 sene önce gerçekleşmişti ve onu gerçekleştirenler şu anda benzer bir halk ayaklanmasına muhatap ve buna karşı tedbirler almakla meşguller. Bu gerçekten çok trajik bir durum. Bu tür engellemelerin muhalefetin daha da fazla büyüyüp gelişmesine karşı bir tedbir olamadığının bu kadar kısa bir süre içinde unutulmuş olması tam bir trajedi. Seyahatte payımıza düşen görüşmelerimizden fırsat bulduğum anda gösterilerin yapıldığı İnkılap Meydanına gittim. Kaldığımız otelden İnkılap meydanına olan mesafeyi yarım saatte yürüyerek kat edip Meydana ulaşan İnkılap Caddesine vadığımda her iki yanı yürümeyi zorlaştıracak kalabalıkların arasında buldum kendimi, ama bu kalabalığın en fazlasını da çeşit çeşit üniformalarıyla güvenlik güçleri oluşturuyordu. Robocop tarzı giyinmiş olanlarından, motosikletli birliklere, askerden sivil polislere ve tabii ki Besiçlere kadar kalabalık polis yığınakları kaldırımlardaki en ufak bir toplaşmaya karşı hemen harekete geçip kabaca dağıtması çok acı bir manzara oluşturuyordu. Bu kadar polisi bir arada görmek doğrusu insana hiç de iyi gelmiyor. Akademisyenler olarak grubumuza rehberlik eden ve bir süredir Tahran'da çalışmalarını sürdürmekte olan arkadaşın da meydanda cep telefonuyla fotoğraf çekerken yakalandığını öğrendik. Bizi Cihan Aktaş'la buluşturacak olan bu arkadaşla bağlantımız kesilince Tahran'a kadar gidip Cihan hanımı görememiş olmak ayrı bir dert oldu tabi. İşin bir de tuhaf olanı bundan sadece üç gün önce Tahran'da 4 milyon kadar kişinin katıldığı bir başka toplantının daha gerçekleşmiş olması. Bu durum İran'da yaşanacak bir değişimin Mısır ve Tunus'takinden kesinlikle çok daha farklı bir yol izleyeceğinin de açık işareti. İran izlenimlerimize devam edeceğiz. YENİ ŞAFAK
<< Önceki Haber Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İran ziyareti Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER