Bir siyasi partinin, iyi kötü devam etmekte olan bir barış ortamının devam etmesini bile talep edemiyor olması onu en iyimser ifadeyle aciz ve lüzumsuz kılıyor. Ama ne yazık ki daha gerçekçi bir ifadeyle onu bundan sonra akabilecek her bir damla kandan da sorumlu kılıyor.
Aralarında
Aysel Tuğluk,
Ahmet Türk,
Selahattin Demirtaş,
Gültan Kışanak gibi BDP'lilerin, Diyarbakır'da toplanıp
PKK'nın ilan ettiği ateşkesi görüşmüş olduğundan bahsetmiştik son yazımızda. Partinin bu önde gelen isimleri toplantının sonucunda "Bizler, PKK'ya ateşkese devam et ya da ateşkesi sürdür deme hakkını kendimizde bulmuyoruz" diyen bir
bildiri yayımlamışlardı.
Yıllardır BDP (veya selefi DTP)ile PKK arasındaki ilişki bir tecahülü arifan konusu olarak kabullenilmiştir. PKK'yı bir "
terör örgütü" olarak kabul etmesi, zaman zaman yaptığı
eylemleri "kınaması" yönünde yapılan baskılara karşılık, biraz bölgeyi biraz da örgütü ve işin sosyolojisini bilenler bilir ki, PKK'nınkiyle aynı tabana sahip olması dolayısıyla bu talebe olumlu karşılık vermek gibi bir lüksü yoktur BDP'nin. Bunu yaptığı takdirde bölgede hiçbir temsil kabiliyeti kalmayacağı açıktır. O yüzen BDP'ye bu baskıyı yapmanın hiçbir haklı yanı olmadığı gibi BDP'nin barış sürecine olabilecek olan katkılarına da sıfırlamış olacaktır.
Tabii ki BDP'nin PKK'yla ilişkilerinin, PKK'nın faaliyetlerine karşı tutumunun
AK Parti veya CHP'ninki gibi olmasını kimse bekleyemez. Ancak yine de BDP'nin açıkça silahlı eylemler yapan bir örgütle olan ilişkisinin veya o örgütün silahlı eylemlerine karşı tutumunun hangi boyutlara kadar tolere edilebileceği de hem can sıkıcı hem de tamamen haklı bir sorudur. BDP'nin bu soruyu da göz ardı eden bir tutumu sürdürme hakkı yoktur.
Son olayda BDP'nin PKK ile ilişkisinin, süre giden sorunları çözmeye dönük değil, bir siyasi parti olarak silahlı bir örgütün gücünü araçsallaştırma, onu bir koz olarak kullanmaya dönük bir fırsatçılık yanı iyot gibi açığa çıkmıştır. Devam etmekte olan bir savaşa "dur" çağrısı yapamıyor olduğunu söylemiyor BDP'liler. Susmuş olan silahların tekrar ateşlenmemesini isteyemeyeceğini söylüyor. İkisi arasındaki fark çok açık... Bu, açıkça ovanın dağa silahlı eylem talimatı gibi...
Taraf Gazetesinden
Kurtuluş Tayiz son günlerde BDP'lilerin, yaptıkları sert açıklamalarla verdikleri görüntü karşısında şu haklı soruyu soruyor: "
Kandil mi daha savaşçı, düz ovadakiler mi daha şahin, ayırt etmek neredeyse imkânsız".
BDP ile PKK ilişkisi gerçekten tuhaf ve karmaşık bir hal almış bulunuyor. Şimdiye kadar PKK'nın baskıcı-silahlı vesayeti BDP'nin siyaseti için bir şekilde mazeret oluşturabiliyordu, oysa şimdi o vesayetin günübirlik siyasi çıkarlar için araçsallaştırılması daha
baskın bir hal almış bulunuyor.
Tam da bu aşamada yani siyasi olarak kendi güçsüzlüğünü, kendi lüzumsuzluğunu bu kadar ilan etmişken BDP'lilerin
Öcalan için "
ev hapsi" gibi imkansız bir öneriyi, Tayiz'in deyimiyle "olmazı olmaz kılan" bir öneriyi dile getirmeleri anlaşılmaz bir tutum değildir. Açıkçası bu tarz imkansız ve bağlam-dışı talepleri BDP'lilerin diyalogu sürdürmek gibi bir niyetlerinin olmadığından başka bir şeyi göstermiyor. Yoksa, söze de anlaşılabilir ve düşünülebilir bir önermeyle başlanır veya devam edilir, değil mi ya?
Ne yazık ki, BDP'lilerin
seçim sath-ı mailine girilmişken silahların tekrar devreye girmesini ve barış sürecinde kaybettikleri popülariteyi biraz toparlamayı hesapladıklarına dair ciddi işaretler var.
BDP'lilerin yapamadığı, sadece PKK'ya "barışa devam et" demek değil. Değerli
Kürt sanatçı ve düşünürleri Şiwan Perwer,
Muhsin Kızılkaya ve Mehmet Metiner'e yönelik
ölüm tehditlerine de bir şey demiyor.
Diyemiyor da mı demiyor, yoksa bunu demediği için mi bu tehditler vaki oluyor, bundan sonrası artık o kadar da önemli olmayacak. Bir siyasi parti olarak silahlar konuşmasın diyemeyenlerin olup biten her şeyde açık bir sorumlulukları var ve hiçbir retorik onları bu sorumluluktan kurtaramaz.