Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliği hedefinden rahatsız olan Avrupalıların ruh halini en iyi anlayan ve anlatanlardan biri Slavoj Zizek’tir bence. Sloven düşünür, Avrupa’nın “Türk sorunu”nun merkezinde, Türkiye’den ziyade Avrupa’nın durduğunu söyler.
“Türkiye’nin nasıl bir
Avrupa Birliği üyesi olacağı” sorusu ve buna verilebilecek muhtelif “olumsuz” cevaplar değildir Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkan Avrupalıların asıl derdi... İktisadi, demografik ve demokratik kriterler bazında bir muhalefet değildir onlarınki; özünde kültürel ve kimliksel bir muhalefettir. “Çünkü” der Zizek, “onların kafası, esas, Avrupa’nın nasıl bir yer olduğu konusunda karışıktır.” Zizek’e göre, Türkiye’nin “ötekiliği” rahatsız etmez onları ama Türkiye’nin “ayniyet” iddiası rahatsız eder; Türkiye’ye “öteki” gözüyle bakamayacakları bir gelecekten korkarlar, kendi içlerindeki “öteki” ile yüzleşmekten, aynaya bakmaktan korkarlar.
Türkiye’yi dışta tutma sevdasının temelinde, Avrupalılığı bir tür “ari” kültür gibi algılama saplantısı yatar, velhasıl; Avrupalılığı olmadığı bir şey gibi kabul etme ve koruma yanılsaması yatar.
Dün Frankfurter Allgemeine Zeitung’da çıkan bir haberi okurken düşündüm bunları. Gazete,
Almanya’da
koalisyon ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik’in (CSU) bugün Bavyera’da başlayacak kış toplantıları için hazırlanan tasarıyı duyurmuştu. Tasarıda, CSU‘nun politikalarını bilen kimse için
sürpriz olmayan katı bir dille, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki tam üyelik
müzakerelerinin bir an önce durdurulması isteniyor. Getirilen alternatif ise, “Türkiye’ye imtiyazlı
ortaklık şeklinde, Avrupa’ya daha sıkı bağlanması için bir
teklif yapılması...”
CSU ayrıca, “Türkiye’ye daha dürüst davranalım” çağrısını içeren bir paragrafta dürüstlüğü tümüyle elden bırakarak, bu
muhalif tavrın gerekçesini “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne
katılım için gerekli siyasi ve
ekonomik şartları yerine getirmekten çok uzak olması” diye açıklıyor. Böylece, esas meselenin “kültürel” ve “kimliksel” olduğunu gizleyip “Avrupa nasıl bir yer, Avrupalılık nasıl bir şey” sorularından uzak durulabiliyor, sırtlar aynaya dönülüyor.
“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik için gerekli siyasi ve ekonomik şartları yerine getirmekten uzak” olduğu bir gerçek... Bu gerçeği, Türkiye dahil herkes de bildiği için “tam üyelik hemen şimdi” gibi bir talep yok. Bunun için bir uyum sürecinden söz ediyoruz; bunun için müzakereler yapılıyor; reformlarla ilgili ilerleme raporları hazırlanıyor ve Berlin’deki
iktidar bile, koalisyon sözleşmesinde, “Türkiye ile 2005 yılında Avrupa Birliği’ne üyelik hedefiyle başlatılan müzakereler, ucu açık ve sonucu önceden belli olmayan, garantilenemeyecek bir sürecin parçasıdır” diyor.
Bu ifade, Ankara’ya göre fazla muğlâk olsa da, özünde doğru bir ifade; tarih aksini gösterse bile, “müzakereler illa ki tam üyelikle sonuçlanacak” diye bir
kural yok; kesin olan şey, “müzakerelerin üyelik hedefini taşıdığı” keyfiyeti ve Alman hükümeti bile, istese de istemese de, bunu koalisyon sözleşmesinde ifade etmek zorunda kalmıştı.
CSU’nun ve büyük ortağı Hıristiyan Demokratların (CDU) asıl amacı da, bu hedefi değiştirmek, Türkiye’ye yapılan taahhüdü geri almak... Böylece, Türkiye tam üyelik için gerekli siyasi ve ekonomik şartları yerine getirdiğinde, kafalarındaki esas meseleyi telaffuz etmek zorunda kalmaktan, “ama siz Avrupalı olamazsınız ki” diye başlayacakları ve bence er geç kaybetmeye mahkûm olacakları bir “kimlik” ve “kültür”
tartışmasına girmekten kurtulmaya çalışıyorlar. CSU, daha önce birçok Alman demecinde ve kararında da izlerini gördüğümüz bu manevrayı bugün Bavyera’daki toplantısında bir karar metnine yansıtmayı planlarken, ilginçtir, Berlin’deki koalisyonun bu konuda farklı konuşan bir üyesi,
Dışişleri Bakanı
Guido Westerwelle de ilk resmî ziyareti için Ankara’ya geliyor.
Westerwelle aynı zamanda Hür Demokrat Parti’nin (FDP) eski Başkanı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda, hükümet ortaklarını büyük ölçüde dengeleyen bir isim; CDU/CSU cephesinin aksine,
Almanya’nın Avrupa Birliği Antlaşması’na sadık bir
ülke olduğunu ve “tam üyelik” hedefinin Türkiye için geçerli ve ulaşılabilir tutulması gerektiğini söyleyen Westerwelle’nin Türkiye’ye mesajı, “Daha hazır değilsiniz, birkaç yıl içinde de hazır olmayacaksınız. Ama gerekli reformları yaparsanız ve Avrupa Birliği’nin kapasitesi buna müsaade ederse, tam üye olabilmelisiniz” diye özetlenebilir.
AKP hükümeti, Almanya
Dışişleri Bakanı’nın birçok Avrupalı meslektaşıyla ortak olan ve esasen, Merkel ve
Sarkozy gibilerinin “imtiyazlı ortaklık” teklifini bir “
azınlık görüşü”ne indirgeyen bu tutumunun değerini anlıyor.
Bu anlayışın Westerwelle ile yapılacak görüşmelerin havasına da olumlu etki yapacağını sanıyorum.
Esasen, 2010 gibi Türkiye (özelde de AKP hükümeti) için Avrupa Birliği nezdinde bence “kritik” olma özelliği taşıyan bir yıla Westerwelle’nin ziyaretiyle başlanması önemli. “Kritik” diyorum, zira 2010, Sarkozy’nin bloke ettiği beş müzakere başlığının olmasa bile,
Güney Kıbrıs’ın bloke ettiği sekiz başlığın “açılır” hale getirilebileceği bir yıl olabilir.
Hükümet,
Kuzey Kıbrıs’taki nisan seçimleri öncesinde
Talat-
Hristofyas görüşmelerinde çözüm noktasına gelinmesini kolaylaştıracak adımları atar ve bir yandan da, aylardır bekleyen reform yasalarının çıkarılması,
Kürt ve
Ermeni açılımlarının akim kalmaması içim Meclis’i çalıştırırsa hem içeride hem dışarıda elini güçlendirecektir.
Bunu, Ankara’daki reform karşıtı muhalefete rağmen başarabilen bir hükümet, Avrupa Birliği’ndeki muhaliflerini de “dürüst” olmaya, meselenin aslını yani Avrupalılığın ne olduğunu konuşmaya zorlar... Ki o da, Türkiye ile Avrupa arasında bir tartışma değil, “Avrupalıyım” diyen herkesin katılacağı, aynaya bakmak zorunda kalacağı ve muhtemelen bakınca çok şaşıracağı bir tartışma olacaktır.