Bir ‘devrim’in eşiğinde


Başbakan Erdoğan, pazar günü televizyonda bir grup gazete yöneticisinin sorularını yanıtlarken, söz Balyoz Darbe Planı’na da geliyor. Erdoğan, Balyoz Planı’nın altında adı yazan ve 2003’teki Plan Semineri’ni “dış tehdit” yerine “iç tehdit” odaklı bir çalışmaya dönüştürdüğü yönünde ses kayıtları olan eski Birinci Ordu Komutanı Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı kastederek şunları söylüyor: “Bir emekli orgeneral TV’leri dolaşıyor. Ortada bir gerçek var. Bir şeyler bu ülkede yapılmış, yapılmamış değil. Bazı şeyler uygulamaya konmuş. Eğer ‘şu yoktur’ derseniz, bu olmaz.” Meslektaşlarımız, Başbakan’ın bu sözlerini daha fazla sorgulamamış olmalı ki, Başbakan’ın “Bazı şeyler uygulamaya konmuş” ifadesi bir ileri aşamaya ulaşmıyor; nelerin uygulamaya konduğu anlaşılmıyor. Taraf ’a ulaşan ve bizim de eksiksiz biçimde savcılığa ilettiğimiz binlerce sayfalık belgeyi günlerce inceledikten sonra, benim edindiğim izlenim, 2002-2003 yıllarında Birinci Ordu’da görevli birtakım darbe heveslisi kurmayın, yaptıkları çok yaygın fişlemeler yoluyla, bu hevesi bir “heves” ya da “plan” olmaktan çıkarıp bir “teşebbüs”e de dönüştürdükleridir. Başbakan da “Bazı şeyler uygulamaya konmuş” derken bu fişlemeleri kastediyor olabilir. Ya da belki, cami bombalama planlarıyla ilgili “görevlendirme” yapılmış olmasını “uygulama” olarak kabul etmektedir... Tabii, gözardı edemeyeceğimiz bir başka olasılık da, Çetin Doğan’ın televizyon gezmelerine tepki gösterme ihtiyacı duyan Başbakan’ın, bu emekli orgeneralin komutanlığı döneminde Birinci Ordu’da neler olup bittiği hakkında bizlerden çok daha fazla şey biliyor olmasıdır. Nitekim, zamanın Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun’un 2003 mayısındaki “Birinci Ordu’da her şey hazır, ihtilale hazırlanıyorlar” sözü, gerek Atasagun, gerekse Atasagun’un o dönemki amiri Erdoğan tarafından açıklığa kavuşturulmayı halen bekliyor. 27 ocakta bu sütundaki “Erdoğan ve Doğan” başlıklı yazımda, Başbakan’ın Balyoz Planı konusunda neyi ne zaman bildiğini, eğer yıllardır bu konuda bilgi sahibiyse bu bilgiye dayanarak ne yaptığını ve meseleyi yargıya intikal ettirme yönünde adım atmamasının olası maliyetini hesaplayıp hesaplamadığını sorgulamıştım. Erdoğan, bu soruların cevaplarını bu topluma borçlu... Zira darbe planları, askerî fişlemeler, komutanlarca yapılan siyasi açıklamalar, yargıya müdahale girişimleri ve yayınlanan muhtıralar hakkında adli süreç başlatılmamasının bir bedeli de, suçun “mubah” kılınması. Sonuçta, suça yönelen kol kırılsa bile, kırık kol yen içinde bırakıldığı müddetçe, benzer suçların tekrarlanmasının yolu açılıyor; askerî müdahaleler zincirine yeni halkalar biraz da bu sayede ekleniyor. “Balyoz 2003”, “Şemdinli 2005” ve her ne kadar hükümet yerinde bir tepki göstermiş de olsa “E-muhtıra 2007” olaylarının hesabının bugüne dek sorulamamış olmasının gerçek bedelini de, ancak bu zincirle birlikte düşünürsek kavrayabiliriz. Doğrusu ben, Fatih Camii’ni bombalamak için “Çarşaf” planını yazabilen zihniyetle, Umut Kitabevi’ni bombalatan zihniyet arasında; kendi jetini düşürmeyi tahayyül eden “Orajcı” zihniyetle, Hrant Dink’in öldürülmesinden “operasyon” olarak söz eden “Kafesçi” zihniyet arasında çok da büyük bir fark göremiyorum. Kâğıt üstünde kalan planların korkunçluğu ile hayata geçen operasyonların dehşeti aynı hastalıklı kafanın ürünleri bence. Tam da bu nedenle, Başbakan’ın pazar sabahı yaptığı açıklamaları yukarıda vurguladığım temel eksikliği gidermemesine rağmen, ziyadesiyle “umut verici,” hatta tarihî nitelikte bulduğumu söylemeliyim. O televizyon programına katılan gazetecilerden İsmet Berkan, Erdoğan’ın bu açıklamalarını “fikrî sıçrama” diye nitelemekte bence çok haklı. Eğer Başbakan, o pazar sabahı söylediklerinin devamını getirir, “yapacağız” dediği şeylerin yapılmasını sağlarsa, yani iş fikirden eyleme dökülürse, o zaman sadece Berkan’ın tarifi değil, dünkü Star gazetesinin bu konudaki haberine koyduğu başlık da “haklı” olacak; o zaman, hakikaten bir “demokrasi devrimi”nden söz etmeye başlayabileceğiz. Ama henüz o noktada değiliz... Bunun olabilmesi için, Erdoğan’ın vaadini yerine getirerek EMASYA (Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma) Protokolü’nü tümden kaldırması, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni “iç tehdit” kavramından ve o kavrama bağlı bilumum “fişleme ve karalama” unsurundan arındırması, son olarak da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini iptal ettirmesi gerek. Erdoğan bu üç adımı atabilirse, kendi “fikrî sıçrama”sını devlet zihniyetinde bir “devrim”e de tahvil etmiş olacak. Başbakan’ın EMASYA ve “iç tehdit” konularında işi daha kolay görünüyor. Her türlü darbeye, darbe planına ve bilumum apoletli siyaset egzersizine gerekçe yapılan, yine Başbakan’ın deyişiyle ordunun “durumdan vazife çıkarmasına” zemin oluşturan 35. Madde’yi değiştirmek biraz daha zor olabilir. Nitekim Erdoğan da, bu değişiklik için “Her an gündeme gelebilir ama bu dönemde mi olur, bir sonraki dönemde mi olur bilmiyorum” demiş. “Bir sonraki dönem” sözüyle “seçim sonrasını mı, yoksa Orgeneral Başbuğ sonrasını mı” kastettiğini tam anlayamasam da, Erdoğan’ın “35. Madde”ye miat biçmeye başlaması gayet hayırhah bir gelişme. Hükümet, darbecilerin altındaki halıyı ancak böyle çekebilir zira... Tepemize indirilmek istenen balyozlardan, içine kapatılmak istediğimiz kafeslerden ancak böyle kurtulabiliriz.
<< Önceki Haber Bir ‘devrim’in eşiğinde Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER