Bir
arkadaşımız hatıralarını anlatırken dedi ki:
1988'de Avustralya'ya gitmiştim. Şimdiki gibi o zaman henüz oralarda eğitim adına müesseseler yoktu. "Neler yapabiliriz? Gençlerimize nasıl sahip çıkabiliriz?" diye çırpınan bir avuç insan vardı. Beni havaalanından alıp yüksek bir tepede kurulmuş bir tenezzüh yerine götürdüler. Baktım her taraf
araba... Dağlar şehirler gibi imar edilmiş... İnsanlar oralara kampa geliyor. Arkadaşlarla üç hafta orada kaldık.
Güneş yedi
renk ışık veriyor. Muhteşem görüntülere sahip...
Namaz vakitlerinde beş defa ezanlar okunuyor. Her ağacın başından bir hoş sedâ... Dedim ki: "Ben ikili ezan okuyanlar duymuştum ama hiç böyle onlu okuyuş görmemiştim!" Onlar da "Buralar hiç
Allah adı duymamıştır. Onun için biz böyle hep bir ağızdan Allahü Ekber diyoruz." dediler.
Orada şöyle bir
rüya gördüm: Bir
trafik kazasında arabaları ile büyük bir TIR'ın altında kalıp yanarak
vefat edenlerden Mehmet Özyurt arkadaşımız, gayet güzel giyinmiş ve nûranî bir hal içinde yanıma geldi. Bana, "Haydi Mehmet Ali Hocam, seni almaya geldim." dedi. Ben de ona "Mehmet Hocam, biliyorsun biz istişare etmeden Cennet'e bile gitmeyelim, dedik. Ama ben şimdi Avustralya'da bulunuyorum. Nasıl görüşeyim?" dedim. Mehmet Hoca şöyle bir baktı. "Doğru söylüyorsun." dedi. Ve boynunu büküp ayrıldı, bir uçağın yavaş yavaş kayboluşunu izler gibi onun görünmeyinceye kadar gidişini seyrettim. Bu rüyadan sonra Sidney'e opera binası bulunan bir adaya doğru, eski kraliyet arabalarından bir araba ile gidiyorduk. Galerici bir arkadaş vermişti. İki de bir arabayı gençler çalıyor, benzini bitinceye kadar biniyor sonra bırakıp gidiyorlardı. Polisler de "Arabanız falan yerde!" diye bize haber veriyorlardı.
Konyalı,
Hacı isminde bir arkadaşımız da bu arabayı kullanıyordu. Bir tünelden geçiyorduk. Hızlı şekilde giderken bir anda bizim Hacı direksiyonunu kırıp tünelin içinde geri dönmeye kalktı. Araba o hızla sol taraftaki duvara asılı bir şekilde kaldı. Arkamızdan da çok büyük bir TIR geliyordu. Öyle bir acı
fren yaptı ki,
kıyamet kopuyor zannettik. Arabamız duvardan arkası üstü düşse aynen Mehmet Özyurt Hocamızın arabaları gibi ezilecek ve belki onlar gibi yanarak can verecektik. Ama biz duvarda kaldık. Trafik hemen önden arkadan tüneli kapattı, bizi de arabamızla beraber bir vinç ile duvardan indirdiler. Kendimize gelince Mehmet Hocamızın rüyadaki davetini hatırladım.
İstişare, meşveret, fikir danışma çok mühim. Bu, Müslümanlara Kur'an'da Allah'ın bir emri olduğu için, bir çivi çakarken bile fikir danışan bunun bereketini görür. Ne kadar
akıllı ve kapasiteli olursa olsunlar hatta en büyük dahîler bile olsalar istişaresiz ve infiradî hareket edenlerin işleri neticede hep akim kalır, bereketsiz olur. Arap atasözünde olduğu gibi "İki akıl bir akıldan üstündür. Üç akıl da iki akıldan üstündür."
Şahıslar gibi toplumların da, devletlerin de istişareye ihtiyacı vardır.
Bediüzzaman Hazretleri, Asya'nın bahtının anahtarının şûrâ olduğunu söylüyor. Dünya sulhu da kıtaların birbiriyle istişare etmesine bağlıdır. Aslında hac, çok mühim bir
ibadet, hatta insanı bir anda velâyet derecesine yükseltecek bir ibadet olmanın yanında Müslümanlar için bir kongre ve bir şûrâ imkânıdır. Çeşitli ülkelerden gelen müminler, bir araya gelip dertlerini beraberce bir masaya yatıracak, teşrih edecek ve çareler düşüneceklerdir. Cihan sulhu da çekirdeği İslâm âlemi olan bir barış anlayışı üzerine kurulacaktır inşallah...