Daha çok ABD mahreçli başarı filmlerinin
sportif mevzûlu olanlarını ne çok seyretmişizdir; vaktiyle TRT çok tutardı böyle filmleri; hem aileyle seyredilebiliyor, hem terbiyevî, daha ne olsun?
Hepsi de aşağı-yukarı birbirine benzeyen bu filmlerin en karakteristik ve ortak tarafı, dibe vuruş kısmıdır. Artık kolej basketbol
takımı mıdır, yoksa emekliliği gelmiş bir
boksör veya buz patencisi mi; yoksa amatör
beyzbol liginde tutunmaya çalışan derme-çatma bir takım veya uzun mesafe koşucusu mu; hangisiyse filmin en düğümlü yerinde
ümitler kaybolur, başarısızlık kapıda görünür ama hayır! İlle de bir koç (yani coach) veya
yaşlı bir öğretmen veya "Aikido
şampiyonu olacağım" diye bütün mahalleden
araba dolusu dayak yiyen delikanlının ninesi filan çıkar ve özetle der ki, "İnancını kaybetme, içindeki sese
kulak ver, mutlaka başaracaksın vesaire, vesaire..." İşe yarar mı, yarar!
Film esas oğlanın başarısı ile sona er
erken arka planda bir filarmoni mızıkasının seslendirdiği
zafer marşları çalınır; tüylerimiz diken diken olur,
sokak arasında top oynamayı niçin erken bıraktığımıza nedâmet getiririz vesaire...
Küçümsemiyorum, aksine hoşuma gidiyor, doğru buluyorum fakat etrafıma bakıyorum da sporla ilgili olduğunu ileri süren herkes, hayatında hiç başarı filmi seyretmemiş gibi davranıyor. "Yanlış yaptıksa düzeltiriz, icabında yeniden, sıfırdan başlarız ama bazı değerleri çarçur ettirmeyiz; haydi şimdi işimize inançla sarılalım" havasında değil kimse. Oysa ki başarısızlık da bir başlangıç yeridir; insanlar sadece zaferde değil, seferde de birbirlerine tutunur, moda tâbirle "Sinerji" yapabilirler.
Diyelim esas oğlan haksızlığa uğradı, şampiyon olması gereken turnuvada madalyası,
Japon Yakuzaları veya Rus
hakem mafyası tarafından (Unuttuk mu; bir zamanlar güreşte göbeğimizin güneş görmekten meşine dönmesinden sadece ve sadece Rus hakem mafyasını sorumlu tutardı spor yazarlarımız!) resmen çalındı; ne yapmalı? Bu elverişsiz ve kötü durumdan bilistifade yeni bir başarı hikâyesi yaşamak için sadece sporun ve hayatın doğrularından hareket edilemez mi?
Edilemez, olmuyor; sebebi açık ve basit. Bizde sporun kendisi ve felsefesi ile ilgilenen yok, herkes başarı peşinde; oysa ki başarıya giden yolda çekilen zorluklar, katlanılan fedakârlıklar, en az başarının kendisi kadar câziptir. Bir bakıyorsunuz, en aklı başında ve mâkul bilinen köşe yazarları bile "Formama dokunanı affetmem, sistematik bir düşmanlık karşısındayız, yıkılmayız, hieyyt" neviinden garip mütalâalar üretiyor. Herkes tribün dalkavukluğunda.
Adını doğru koyalım: Hâlin en temeldeki sebebi,
yönetici kalitesindeki fecî zaaftır. Spor kulüplerinin en kötü tarafı yönetici takımının yetersizliği, donanımsızlığı, spor ruhundan, bir hayat felsefesi olarak centilmenlikten uzaklığı, daha doğrusu yöneticilerle seyirciler arasındaki başarı şartına bağlı karşılıklı
destek ilişkisi. 20 yaşındaki sporcuya milyon dolarlar sayan takımlarımız niçin profesyonel yönetici istihdam etmezler bilemem; denendi, bu iş öyle amatör ruhla filan olmuyor. Taraftarın spor kültüründen, felsefesinden ve kulüp değerlerinden anladığı tek şey, "Ben kulübümü ölümüne severim, onun için her cefaya katlanırım" yaklaşımı. Mâkul
taraftarlığın "Ölümüne fanatiklik" hâline dönüşmesinin birinci sebebi, yöneticilerin taraftara doğru
hedef, doğru değer, doğru amaç gösterememesi.
Yöneticiyle taraftar arasındaki marazî alışverişi erken keşfeden spor basınımızın, "Ben tirajıma bakarım
arkadaş" diyerek, -aslında pek iyi bildikleri ve takdir ettikleri halde- kulüp ve taraftar dalkavukluğundan dönmemeleri vahâmeti artırıyor. Spor basınının birinci görevi, fanatik taraftar kitlelerine yağ çekip spor rûhunu çekmeceye kilitlemek olmamalıydı; hâlâ aynı terânedeler. İddia ediyorum, spor basınımız başından beri doğru tutum takınmış olsaydı bu krizi hiç yaşamayacak, futboldan soğumayacaktık.
Türk sporuna tâ bakanlıktan başlayarak yeni bir yönetici kitlesi kazandırmak lâzım. Yerliler çok pahalı, burunları da havada; yurtdışından mı getirtsek nedir?
Kaybetmeyi bilen, kazanmayı da bilir; ben
icat ettim; mühim lâf galiba!