Diplomasimiz, "Ben ki falan falan yerlerin hâkimi Sultan Selim han oğlu Süleyman'ım; sen ise
Fransa Vilâyeti'nin kralı Françesko'sun" cümlesinin teselli verici kucağına pek çabuk sığınıverdi.
Hamâset; tek kelimeyle hamâset! "Vaay, ne çabuk adam oldun sen yeğenim?" edâları, ardından "Hatırlamazsın, senin dedeni de vaktiyle biz kurtarmıştık çocuğum" tavırları... Bunlar stratejik derinlikte yeri olmaması gereken basit hırçınlıklar...
İşin çok daha hazin ve sakîl tarafı, internette sağa sola bulaşıp bozuk bir ağızla âleme ayar çeken
genç sözlük muharrirlerinin şu meşhur "Sultan'üs Selâtin" yani, "Sultanlar Sultanı" ibâresini, (Lütfen gülmeyiniz) "Sultan-ı Selahattin" biçiminde yazmalarıdır ve bu yanlışın kopyacı internet ulemâsı tarafından "copy-paste" usûlüyle teksîr edilmesidir. Vay canına sayın okuyucular!
Fransız Cumhurreisi'ne, "Senin deden bir
Osmanlı Yahudi'siydi yavrum" demekle,
sultan'üs Selâtin ibâresini yanlış yazmayı üst üste koyuyorum; ortaya hüzün çıkıyor!
Fransa egemenlik hakkını kullanarak kendi toprakları içinde cârî bir
kanun yaptı; espri bile değil, kaba bir "fars" tadında saçma-sapan bir kanun. Aslında şâhâne bir muz orta kestiler diplomatik zekâmıza fakat doksana takmak yerine sallasırt bir voleyle topu tribünlere ("Dağlara-taşlara" yani iç kamuoyuna) şişirmeyi
tercih ettik. Anlayın, hükümetin sert cevabını diğer dillere tercüme ederseniz, anlaşılmaz çünkü!) Oysa çıkan kanunun ne kadar
komik, ne kadar zekâ düşkünü bir aklın eseri olduğunu gösteren daha zekice karşı ataklar geliştirebilirdik. Bunun yerine
Sarkozy'i rahatlatmayı seçtik, hareket tarzını meşrûlaştırdık ve kendi kamuoyuna hitâben, "Bakın ne kadar haklıyım değil mi ama?" diye mâzeret gösterme fırsatı bahşettik.
Kanunun çıktığı günün sabahı tesâdüfen "Fransa Vilâyeti'nin kralı Françesko"nun pâyitahtında idim. Bir gün önce akşamüstü Elize Sarayı civarından geçiyorduk. Bizi TRT'nin naklen yayın arabasını
nehir kıyısında
Parlamento'ya müteveccihan mevzî almış görünce arkadaşlar ertesi sabah burada bizimkilerin büyük bir gösteri yapacaklarını haber verdiler, şaşırdım; Fransız kamuoyu olaya tamamen "Fransız" görünüyordu çünkü. Bizim gazeteler yeri göğü birbirine katarken onlar çok başka ve bize göre daha sıradan şeylerle meşguldüler. Ertesi gün gösteri haberlerini görünce şöyle düşündüm: Sarkozy çok memnun olmalı çünkü, meclisten geçirdiği saçmalık âbidesi kanun vesilesiyle Sarkozy'i ne kadar ciddiye aldığımızı gösterdik. Bu mitingin anlamı, Fransa'yı hâlâ büyük imparatorluk, cihanşümûl devlet safına koyduğumuzun resmidir. Mâlumdur, imparatorlukların pâyitahtında uzak sömürgelerin göçmenleri, ara sıra parlamento önünde toplanarak gösteri yapıp sızlanırlar. Bir nevi Fransız tâbiyetinde sömürge vatandaşı durumuna düştük. Yakışmadı.
"Biz de Fransa'ya şunları bunları yaparız!" yollu efelenmeler de seviye kaybı gibi geliyor bana; boykot,
ambargo, mukabele-i bilmisil, fiilen uygulanamayacak ve esasen yanlış tepkiler. Fransız parlamentosunun "Karakûşî" kanununu, kreatif zekâmızı
İngiliz tarzı "Humour"la karıştırarak madara edebilirdik; en azından 60'lı yılların unutulmaz komedyeni, büyük sinema oyuncusu Louis de Funes'ün
jandarma üniformasıyla büyük boy bir renkli posterini bastırıp yanındaki konuşma balonuna "Kanunu destekliyorum, çünkü Sarkozy benim veliahtımdır" yazmak bile, şimdiye kadar yaptıklarımızdan daha anlamlı ve kalıcı bir tepki teşkil ederdi; veya bilmecburiye defalarca seyrettiğim o çok komik "Tais toi" (Aslı "Kapa çeneni" demek ama Türkiye'de "Dost musun düşman mısın" adıyla gösterildi) filminin baş aktörleri
Gerard Depardieu ve Jean Reno'nun afişlerini, grafik sanatçılarımızın ve komedi yazarlarımızın zekâsıyla konuya uygun şekilde tornistan edilerek "Ben yaptım oldu" kanununu "ti"ye alabilirdik; onu da düşünemedik.
Usûl esastan mukaddemdir; usûl yanlışlıklarını işaretlemekten esasa yer kalmadı. Hâsılı kelâm bu krizi zekîce idare edememek ve en çaresiz tedbirleri son gün hatırlamak, bizi diplomaside yeniden 60'lı yıllara, şerefli beraberlikler, şanlı mağlubiyetler devrine götürmüştür.