Yazıya Başbakan'ımıza acil şifalar dileyerek ve 'aramıza hoş geldiniz' diyerek başlayayım.
Katılımcı
demokrasi ve adaletli
kalkınma yolunda ülkemizin hâlâ tek ve en önemli 'çapası' olarak görüyorum kendisini.
14-17
Aralık tarihlerinde Dünya
Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantıları için
Ekonomi Bakanı Sayın Zafer
Çağlayan başkanlığında bir heyetle Cenevre'ye gittik. İnsan kanatlı bir kuş, bu yazıyı
TUSKON ve ANSİFED'e bağlı
Akdeniz Sanayici İşadamlari Derneği'nin (ASİAD) düzenlediği konferans için gittiğim Hatay'dan yazıyorum.
Türkiye'nin kazandığı seyyaliyet ve geri dönüşü olmayan değişim dinamiği açısından bu kıvam önemli. Bu konferansın en önemli çıktısı, KOSGEB'in de desteğiyle ASİAD üyeleri ile
Japonya'ya bir iş gezisi düzenlemek. Üstelik bir de Ciba şehrinde düzenlenecek
gıda fuarına katılmış olacağız.
Osaka, Kyoto,
Ertuğrul Gemisi, Tokyo derken görmüş ve geçirmiş, ürünümüzü tanıtmış pazara girme yol yordamını araştırmış olarak döneceğiz. Bilhassa gıda sektöründe ileri bir düzeyde olan
Mersin için biçilmiş kaftan bu. Edremit'in ve Gemlik'in zeytincilerini de bekleriz efendim!
Dönelim konuya, DTÖ'ye. 2009 yılında da aynı şekilde bu toplantılara katılmış, 'eski tas, eski hamam' benzetmesini yapmıştım. Bu toplantıdan da
Rusya'nın zaten beklenen üyeliği dışında haber çıkmadı. Örgütün başkanı Pascal Lamy, 'Kimse bizden küresel krizi çözmemizi beklemesin.' diyor. Estağfirullah efendim, haddinize mi?!
Masada birçok sorun var. Doha görüşmeleri, bilhassa tarımın rekabete açılması konusunda kilitlenmiş durumda. ABD kendini 'kriter ve standart' olarak dayatmaya alışmış. Tarımsal
desteklerin kaldırılmasını istiyor. AB ise buna karşı çıkıyor. İsviçre'de hükümet
inek başına yıllık yaklaşık 800
Euro destek veriyormuş. Bir de kalkınmakta olan ülkelerin kendi pozisyonları var. Bu blok belki de ilk defa bu kadar net bir şekilde
dayanışma içinde.
Buradan bakınca Türkiye nasıl görülüyor? Bir kutup yıldızı gibi parlıyor! Herkes gıpta ediyor. Büyümesi iki senedir neredeyse çift hanede. Bütçesi 2011 yılında denk bütçeye yakın. Dünyayı bilmeden yapılan 'istihdamsız
büyüme' geyiklerinden sonra işte işsizlik yüzde 8,8 düzeyine geriledi. 2002 yılından sonraki en düşük seviye.
Avrupa ve ABD'de işsizlik yüzde 10. Japonya da bize yaklaştı. Kamuda malî
disiplin, bankaların sağlamlığı, yüksek büyüme ve istihdam. Bunlar tam da bu konjonktürde samanlıkta
iğne arar gibi ülkelerin aradığı en kritik veriler.
Böyle bir dünyada inanın cari açık ve enflasyonist direniş insana 'o kadarı kadı kızında da olur' dedirtecek türden. İkisi de zaten 2012'de yavaşlayacak. Burada gereksiz panik yaparak, beklentileri bozarak ekonomiyi sert bir şekilde piste indirmeye gerek yok.
Çağlayan, burada Türkiye'nin görüş ve değerlendirmelerini de dünyadaki etkin aktörlere aktarma fırsatı buldu. Türkiye korumacılık yapmıyor ancak haksız rekabetten canı yanıyor. Bu konuda Rusya'nın DTÖ'ye girmesi çok isabetli. Zira artık karşımızda keyfî değil, kurallara göre davranan bir Rusya olacak.
Türkiye'nin başı esas AB ile dertte. AB,
Cezayir,
Meksika, G.
Kore, G.
Afrika gibi üçüncü ülkelerle serbest ticaret anlaşması yaptıkça, bu ülkeler
Gümrük Birliği sebebiyle ellerini kollarını sallayarak Türkiye pazarına giriyor. Bize ise
vergi koyabiliyor. Tabii Türkiye ile serbest ticaret anlaşması yapmak da istemiyorlar. AB de bunu onlara şart koşmuyor. Bu durumun sorumlusu anlı şanlı ulusalcı ağabeyler!
Şimdi AB bu kandırmacadan geri adım atmadığı gibi, her türlü vize zulmü ve kara taşımacılığında
kota kısıtları ile ihracatçıya kan kusturuyor. Bakanlar
Zafer Çağlayan ve
Egemen Bağış, her platformda yüzlerine vuruyor. Meşin bağlamışlar, sırıtıyorlar! Peki, Türkiye bu yükü nereye kadar taşıyacak? Stratejimiz ne? Çağlayan'a bunu sordum. Anladığım şu:
Hükümet AB'ye üye olup konuyu kökten çözmek istiyor. Sabreden derviş muradına mı ermiş, yoksa sonunda derdinden çatlamış mı?