Gazetelerde bir haber: "
Hatay'ı
Fransızlardan 7 milyon franga satın aldık." Haydi bakalım gelsin yorumlar: "Vay canına, demek ki yakın tarih bilgilerimiz külliyen yalanmış.
Biz de Hatay'ı bileğimizin hakkıyla kurtardığımızı zannediyorduk. Meğer neymiş?"
Körlerin fili tarifinden farkı yok bunun. Eline '
belge' geçiren ortalığa fırlayıp basıyor manşeti. Gerçek kimin umurunda? Ama gerçeğin birilerinin umurunda olması lazım.
Jose Saramago'nun "Körlük" adlı romanındaki gibi çoğunluğun kör olduğu bir yerde birilerinin gördüklerini söylemesi şart..
Hadi ben dahasını söyleyeyim: Fransızlara verdiğimiz para 7 milyon
frank değil, tam 35 milyon franktı! Ancak kimse Fransa'ya verilen bu paranın mahiyetini sormuyor.
Ben sordum. 'Hatay uzmanı' denilince akla ilk gelen isim olan Mehmet Tekin, Fransa'ya üç
taksitte ödenen 35 milyon frangın Hatay'ın
satış bedeli olmadığını, bunun oradaki Fransız yatırım ve tesislerinin karşılığı olarak ödendiğini söyledi. Tekin'e göre ilk taksitte 3 milyon frank ödenmiş, arkasında 25 milyon franklık bir ödeme gerçekleştirilmiş. Son taksit 7 milyon franktır ki, gazetecimizin bulduğu belge de bununla ilgilidir.
Türkiye'de tarih neden bu kadar gazetelere düşüyor?
Tarihçiler arasındaki
teknik bir
tartışma olarak kalması gerekirken, neredeyse bütün kamuoyunun tarihî konularla bu denli ilgili olması tuhaf gerçekten de.
Bunun açıklamasını ben tarihin yıllarca bastırılmasında görüyorum. Kemalist tarihin efendi anlatı olarak topluma dayatıldığı uzun bir tek eksenli tarih eğitiminden günün birinde nasıl olsa çıkacaktık. Bu çıkış, 1950'lerde
ümit verici gelişmeler gösterdi. Yasak olan hatırat yayınlamak serbest hale geldi. Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk'ün en yakın arkadaşlarından biri bile "Milli Mücadele Hâtıraları"nı ancak
Demokrat Parti döneminde yayınlatabildi. Turgut
Özal döneminde beliren rahatlama ikinci adım oldu. 28
Şubat postmodern darbesi Kemalist (yoksa "Kamalist" mi demeliydik?) tarihi diriltmeye yönelik son çabalayıştı.
Artık Post-Kemalist dönem başlamıştır ve bu dönemin en çarpıcı simgesi,
Dersim katliamının kamuoyunun önüne serilmesi ve gözlerin Tek Parti döneminin karanlıklarını daha iyi görmeye başlamasıdır.
Yaşadığımız olay, "bastırılanın geri dönüşü"dür ve bu sürecin henüz başlarında bulunuyoruz. Arkası gelecek. Birilerinin korkuları bundandır. Bu süreçte
İstiklal Mahkemesi'nin başına
cinayet işleyen birinin getirildiğini de tartışarak öğreneceğiz.
Meclis'te cümle alemin gözü önünde Deli Halid Paşa'yı vuran, bunu da
mahkemede
itiraf eden ama nasılsa
beraat ettirilen Kel Ali, sadece bir yıl sonra
İstiklal Mahkemesi'ne üstelik "Başkan" atanmıştı. Katillerin hakimlik yaptığı bir dönemdi o.
İşte o sözde hâkimin torunu Osman
Paksüt tartışmalar üzerine bir açıklama yapmış: Güya
İskilipli Atıf Hoca şapka kanununa muhalefetten değil de, vaktiyle Teali-i
İslam Cemiyeti'nin yayınladığı Milli Mücadele aleyhtarı beyannameye
imza attığı için idam edilmiş.
Hukuk,
delil demektir. Açarsınız en önemli hukukî belgeler olan
iddianame ve kararı, görürsünüz neden idam edildiğini. Diyeceksiniz ki, İstiklal Mahkemeleri'nin arşivi henüz açılmadı. Evet, henüz açılmadı ama bundan 18 yıl önce, 1993'te İşaret Yayınları İstiklal Mahkemesi tutanaklarını bastırdı. Hem de
Osmanlıca orijinaliyle birlikte.
İskilipli Atıf Hoca mahkeme sırasında Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya (hani şu Afyon'da heykeli yapılan 'kahraman') ve diğer
heyet üyelerinin yönelttiği
suçlamaları sırasıyla çürütürken, laf dönüp dolaşıp Teali-i İslam Cemiyeti'nin bildirisine geliyor. Atıf Hoca bildiriyi imzalamadığını ve imzalayan arkadaşlarını ikna etmek için nasıl çaba sarf ettiğini anlatırken, kendisinden bunu ispat etmesi isteniyor. O da belgeyi sunuyor. "Vakit" gazetesinin 1034. sayısında yayınlanmış bir tekzibname, yani yalanlama haberi. İskilipli, bu kesin delille mahkeme heyetinin iddiasını çürütmüş oluyor.
Hoca'ya illa bir suç yakıştırmak isteyen mahkeme heyeti ne yapıyor biliyor musunuz? Onu salondan attırıyor! Başkanın şu sözleri gayet manidardır: "Sus! Bizi çileden çıkarma!"
İşte İstiklal Mahkemesi'nin adaleti... Bir de karar metnine bakmaya ne dersiniz?
Kararda Atıf Efendi'nin TC'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı
isyan ve irticaya
teşvik etmek kastıyla 1924 sonlarında "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı kitabı yayınladığı, 1925 tarihli Şapka kanunundan sonra isyan çıkan bölgelerdeki aramalarda kitabın bulunduğu ve eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve isyanın çıkışında etkili olduğu belirtildikten, yani asıl suçlama şapka üzerinden yapıldıktan sonra buna 'zoraki bir yorum' ekleniyor.
Bu yorumda Hoca'nın daha 1909'dan itibaren karıştığı olaylar zikrediliyor ve inkâr etmesine rağmen bildiride imzası olduğu iddia ediliyor ama bundan dolayı suçlanmıyor. Bu husus, şapka hakkındaki kitabından dolayı suçlandıktan sonra onun zaten eskiden de bu işlere müsait bir şahıs olduğu iddiasını destekleyici bir yorum şeklinde karşımıza çıkıyor
Nitekim idam cezası, TCK'nun 55. maddesi gereğince anayasayı tamamen veya kısmen değiştirmeye cebren teşebbüsten veriliyor (s. 291). Anayasayı değiştirecek ne gibi bir eylemde bulunduğu meselesi bir yana (altı üstü bir kitap yazmıştır), kararda Atıf Hoca için vatana
ihanetten bahsedilmemesi de idamın doğrudan doğruya kitabının şapkayı
protesto edenleri, onların deyişiyle irticayı
tahrik ettiğinden dolayı verildiğini ortaya koymakta. Asıl vatana ihanet suçlaması Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca için yapılmıştır ve karar metni dikkatle okunmadığı için birbirine karıştırılmıştır.
Zaten beraber asıldıkları
merhum Ali Rıza Hoca ile Atıf Efendi'yi kader adeta birbirine bağlamıştır. Mesela kendisi de aynı mahkemede yargılanan Tahirü'l-Mevlevi'nin tanıklığından anlıyoruz ki, rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) gören ve savunmasını onun uyarısı üzerine yapmayan kişi Ali Rıza Hoca olduğu halde, bu tavır İskilipli Atıf Hoca'ya yakıştırılagelmiştir.
3 Şubat 1926 sabahı Ankara'da, Meclis'in önünden geçenler dilini yutmuş bir kalabalığa rastlayacak ve merak edip baktıklarında beyazlar içindeki iki cesedin sehpalarda sallandığını göreceklerdi. Uzun boylusunun Atıf Hoca olduğunu sadece bilenler bilecekti.