Kapitalist ekonomide başarının ölçüsü "Kâr"dır, kazançtır, büyümedir, zenginleşmektir.
Kâr müstakbel zararların sigortasıdır, yeni yatırımların da kaynağıdır.
Ancak kâr etmek için her yola başvurmak, kapitalizmin de kabul ettiği bir yöntem değildir.
Yasalara uymak, hukuk ve ahlak dışı yöntemleri kullanmamak, haklı rekabetin kurallarını çiğnememek evrensel aklın da benimsediği ilkelerdir. Bu ilkeler çiğnenmediği takdirde, kârlılık beraberinde toplumsal faydayı da getirir.
Yeni istihdam alanları açılır, toplumsal
refah artar, tüketicilerin önündeki tercihler çoğalır,
vergi gelirlerindeki artış ile kamunun imkânları da artar. Dolayısıyla sosyal güvenlik sistemi güçlenir, altyapı yatırımları yapılabilir, eğitimden başlayıp
savunma ve güvenlik alanlarına uzanan yelpazede güçlü adımlar atılır.
Kökten devletçi anlayışa sahip olanların bu gerçekleri kabul etmeleri kolay değildir.
Kâr etmek ayıpmış gibi...
1970'li yıllarda kendilerini sosyal demokrat zannedenlerin hükümetlerinden birinde, bir
işadamı o dönemin maliye
bakanı ile yaşadıklarını bana anlatmıştı.
Bu işadamının haklı ve yasalara uygun bir girişimi, maliye bürokrasisine takılmış. İşadamı da maliye bakanına gidip, sorununun çözümlenmesini istemiş.
Maliye bakanı işadamını dinledikten sonra "Ama ben sizin sorununuzu çözümlersem bundan para kazanacak, kâr edeceksiniz" diye azarlamış onu.
İşadamı da öfkelenmiş...
- Sayın bakan ben bir hayır kurumunu yönetmiyorum, ben işadamıyım. Kâr etmezsem iflas ederim, demiş bakana...
Bereket bu dönemler geride kaldı.
Girişimcilerimizin başarıları, hepimizi mutlu ediyor.
Servet sahibi olmak ayıplanmıyor. "En
zenginler listesi"nde bulunan isimler bundan utanmıyorlar artık.
Kârlılık ve haklılık
Ancak bu "Kârlılık" ile "Haklılık" arasındaki ince ilişkilerin hiçbir zaman unutulmaması da gerekmekte.
Örneğin Prof. Ahmet Rasim Küçükusta sayesinde Türkiye'nin de gündemine giren "
Kolesterol ilaçları ne kadar gerekli" konulu
tartışma, bu meseleyi hatırlamamıza vesile oldu.
Prof. Küçükusta, gerek Zaman ve haberx.com'daki yazıları, gerekse
Habertürk televizyonundaki programları ile, ilaç şirketlerinin pazarlama çalışmalarının sonunda bazı ilaçların tüketiminin gereksiz yere pompalandığını öne sürdü.
Buna göre özetle kolesterol ilaçları ile
kalp krizi önlenemiyormuş.
Ayrıca üniversitelerimizde araştırma yapmaya yeterli fonlar olmadığı için, bunlar ilaç şirketlerinin desteğine bağımlı durumdaymışlar.
Küçükusta Zaman'daki bir yazısında bu konuyu şöyle vurgulamıştı:
"Ülkemizde akademik
kariyer için yayın şartı kaldırıldığında veya ilaç firmaları biz artık kimseyi kongreye götürmüyoruz dediklerinde bu yayınların (bilimsel yayınlar) sayısı
bıçak gibi kesilecektir."
Tabii ki ilaç şirketleri de kâr etmek zorundalar.
Ama bu kârın bir bölüm kaynağı, gereksiz yere hastalara zorlanan ilaçlardan gelmemelidir.
Ayrıca dünyanın her gelişmiş ülkesinde yapılan bu tür tartışmalarda, meslek kuruluşları da asla taraflı tutumlar sergilememelidirler.
Küçükusta'nın önerileri
Bu konuyu Ahmet Rasim Küçükusta'nın haberx.com'daki yazısından alıntı yaparak noktalıyorum:
"- Kolesterol yerine pek ala antidepresanları, antibiyotikleri,
astım ilaçlarını; Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) yerine Türk Psikiyatri, Enfeksiyon veya Göğüs
Hastalıkları Derneklerini veya herhangi başka bir hastalık, ilaç veya bilim dalını da tartışıyor olabilirdik.
- Tıp fakültelerinin de tıp derneklerinin de hiçbir şekilde ilaç firmalarına muhtaç olmayacakları bir sisteme ihtiyaçları vardır. Bu mümkün değilse; bunların ilaç firmalarının pazarlama bölümüne bağlanmaları sağlanmalıdır.