İran'ı ve politikalarını anlamak ve bilhassa
Türkiye açısından değerlendirmenin önemli ipuçlarından biri, 12
İmam Şiîliği'nin Safevîlerle birlikte devrin şartlarında Rafızîlik tonunda İran'da devlet olmasıdır.
Başlangıçta Sünnî Erdebil tekkesine dayanan Safevîler, tekkelerini
siyaset kurumu haline getirince
rakip gördükleri
Osmanlı Devleti'nin karşısında 12 İmam Şiîliği'ni
tercih ve zaten
muhalif karakterli Şiîliği âdeta Rafızîlik şeklinde benimseyip tatbik ettiler.
İranlı Ebu'l-Fazl İzzetî'nin A History of the Spread of Islam (İslâm'ın Yayılış Tarihi) adını verdiği güzel ve değerli bir çalışması vardır. Şiî bir İranlının bu objektif çalışmasına baktığımızda, tarihte İslâm'ın yayılışında Şiî-Rafizîliğin bir katkısının olmadığını görürüz. Çünkü İslâm içinde bir muhalif hareket olan Şiîlik, nasıl Müslümanların büyük çoğunluğuna karşı konumlanmış ve mücadelesini bu çoğunluğa karşı vermişse, Safevîler de,
Osmanlı Devleti içinde bilhassa Türkmenleri, Celâlîleri kışkırtıp durmuşlar, Osmanlıları kendileriyle meşgul olmaya mecbur bırakarak, Batı'ya yönelik açılmalarına ve genişlemelerine önemli ölçüde engel olmuşlardır.
1979 devriminin önderi Ayetullah Humeynî ve Ali Şeriatî gibi bazı ideologları, Safevîliği reddetmişlerdir. Humeynî, hacda Sünnîlerle birlikte namaz kılma, namazları günde beş
vakit olarak kılma gibi Müslümanların birliği adına tavsiyelerde bulunmuş ve İrşad Bakanlığı bünyesinde Mezhepleri Yaklaştırma Bürosu açılmıştır. Ne var ki, Humeynî'nin tavsiyeleri müsbet ve kalıcı bir tesir meydana getiremediği gibi, Mezhepleri Yaklaştırma Bürosu'nun pek çok yayınında da mezhep farklılığı ön planda olmuştur. Meselâ, bu büronun yayınlarından olan Es-Sünnetü fi'ş-Şerîati'l-İslâmiyye adlı kitabın ilk 17 sayfası Sünnet'i ve önemini işlerken, kalan 150 kadar sayfası bütünüyle elbette Şiîleri "şüphesiz haklı" çıkaracak şekilde Sünnet ve
Hadis çerçevesinde Sünnî-Şiî farklılığını tartışmaya ayrılmıştır.
İşte, İran'ın politikalarını anlamada İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabeti ve Şiîliği Sünnîlik karşısında muzaffer görme hedefi ve psikolojisi nazardan uzak tutulamaz. İran'ın devrimden sonra da takip ettiği politikalarına baktığımızda, meselâ Pakistan'da Butto yönetimiyle iyi geçinirken,
merhum Ziyaü'l-Hak'ka muhalif olduğunu, Afganistan'da Taliban'ı ve yönetimini hiçbir zaman istemediğini, bugün nasıl Nusayrî
Suriye yönetimine
destek veriyorsa, 1982 korkunç
Hama katliamında da Suriye'nin yanında durduğunu görürüz. Bunları, İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabetini ve Şiîlikle de desteklenen İslâm dünyasındaki çoğunluğa karşı muhalif tavrını dikkate almadan sadece strateji ve menfaatle izah etmek eksik kalır. Bir ülkenin mezhebine karışmak veya bu ülkenin politikalarını değerlendirirken mezhep ayrımı yapmak elbette işimiz değil. Fakat bir realiteyi anlamaya çalışır ve bu realite karşısında nasıl davranılması gerektiğini değerlendirirken elbette bu faktörler göz ardı edilmeyecektir.
İran, devrimden bu yana
Amerika'yı ve
İsrail'i düşman kutba oturtmuş da olsa, 30 yılı aşkın süredir ne İran'ın Amerika'ya, ne de bilhassa bölgemizde
Amerikan politikalarının İran'a zarar verdiğine şahit olduk. İran, Amerika ve İsrail karşıtlığıyla Müslümanlar nazarında prestij kazanırken, bölgede bilhassa son on yıllık Amerikan politikaları da hep İran'ın lehine gelişti. Tabiî bu tesbiti yaparken, Amerika ile İran'ın alttan alta birbirlerini kolladığı gibi bir iddiada da değiliz. Ama Afganistan'da olsun, Irak'ta olsun Amerikan politikalarının bölgemizde İran'ı nasıl güçlendirdiğini ve İslâm dünyasında tehlikeli bir Sünnî-Şiî ayrışması ve kutuplaşması doğurabilecek şekilde geliştiğini de görmezden gelemeyiz.
İsrail, İran'a saldırır mı? İsrail, elinden gelse hâmisi Amerika dahil, kendinden başka hiçbir ülkede nükleer
silah olsun istemez. Bunun için belki İran'ın nükleer çalışmalarına kalıcı
darbe vurmak teşebbüsünde bulunabilir; fakat herhalde bir İran-İsrail sıcak çatışması zor olsa gerektir.