Psikiyatri koltuğunda


Artık başka türlü yapamazdık. Çok uzun zaman erteledik, derinlere ittik de ittik. Ama bir işe yaramadı. O acılar, her fırsatta ruhumuzun çatlaklarından rüyalarımıza sızıp gecelerimizi kâbusa çevirdi. Böyle devam edemezdik, mecburduk, o koltuğa uzanacak ve anlatmaya başlayacaktık. Her şey çok ani ve kendiliğinden oldu. Bir baktık ki, kapısının önünden geçip girmeye cesaret edemediğimiz o loş odadaki deri kaplı koltuğa uzanmış yanaklarımızdan sicim gibi yaşlar akarken anlatıyoruz. En gerilerden bugüne doğru mu gider hekimler bu seanslarda? Yoksa en yakından en uzaklara doğru mu? Bilmiyoruz, biz ortalardan bir yerlerden başlamışız: Kıpkızıl akan bir nehirde bir kadın, ağlayan çocuğunu suyun içine batırıp öylece tutuyor ve dehşetle etrafına bakınıyor, yaptığımı gören kimse var mı, diye. Yanından şişmiş cesetler geçiyor, kadın cesetlere bakıyor, bunların hepsi ölü, yaptığımı kimseye anlatamazlar ki, diye seviniyor. Bir çocuk, üstündeki kocaman, yumuşak ağırlıktan kıpırdayamayan, nefes bile alamayan bir çocuk, yüzüne ılık ılık, yapış yapış bir şeyler aktığını hissediyor. Sonra bir başka seans başlıyor. Bir mahkeme salonu... Heyetin yüzü görünmüyor. Yüzlerinin yerinde kapkara birer boşluk var. Karşılarında iki metre boyuyla, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, siyah poşusuyla bir kadın dikilmiş: Şalcı Bacı... Durmadan neden buradayım, kadınlar şapka takmaz ki, diye bağırıyor. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, kimse onu duymuyor. Salonun tepesinden aşağı yağlı bir urgan iniyor, Şalcı Bacı'nın boynuna dolanıyor, Şalcı Bacı'nın sesi kısılıyor, kısılıyor, sönüp gidiyor. Bir başka yerde, Koçgiri'de Sakallı Nurettin diye biri bir ceset tepeciğinin üstüne çıkmış, tepiniyor... Karadeniz'in buz gibi sularında dalgalarla boğuşan 15 kişi... Mustafa Suphi ve arkadaşları az ötelerindeki tekneye tutunmaya çalıştıkça Yahya Kaptan koca sopasıyla onların ellerine ellerine vuruyor. Kemikler çatırdıyor, eller kanlı birer et yığınına dönüyor, gevşiyor, tekneden kopuyor, 15 şaşkın beden Karadeniz'in çırpınan sularında kayboluyor. Biz boncuk boncuk ter içinde çırpınıyoruz deri koltukta. Ali Şükrü Bey'in elleri ayakları kalın urganlarla bağlanmış, cenin gibi kıvrılmış bedeni bir çukurda çürüyor. Avucunun içinde can havliyle bir sandalyeden koparttığı bir parça hasır... Ölü ruhu, o hasırdan iz sürüp katile ulaşırlar inşallah, diye dua ediyor. Topal Osman'ın evi sarılmış. Sesler yaklaşıyor, yaklaşıyor... Şimdi ışıltılı bir caddedeyiz. Hasetten gözü dönmüş bir kalabalık koca koca vitrinleri tuz buz ediyor. Benzi uçmuş Rum tüccarlar satmaya kıyamadıkları ipek şantungların, uçuk mavi organzelerin, top top İngiliz ketenlerinin çapulcu güruhunun ayakları altında çamura bulanışını seyrediyor. Cadde bir daha asla o kadar ışıldamamak üzere karanlığa gömülüyor. Laterna seslerinin yerini kurt ulumaları alıyor... Takvimler 6-7 Eylül 1955'i gösteriyor. Bir başka gün, yine o koltukta uzanmışken, genç bir adamın, Serdar Tanış'ın bir kapıdan girişini görüyoruz. Genç adam kapıdan içeri adımını atar atmaz derin mi derin, karanlık mı karanlık bir kuyuya düşüyor ve biz aynı anda bir çığlık atıyoruz. Derken, düzinelerce dipsiz kuyudan sesler yükseliyor; bizi burada bırakmayın, bizi de çıkarın diye bağırıyor kemikler... Bir seans daha bitiyor, külçeye dönmüş vücudumuz ve biraz daha hafiflemiş ruhumuzla çıkıyoruz kalkıyoruz deri koltuktan. Vicdanımız cılız bir ışıkla aydınlanmaya başlıyor. Doktor, "Haftaya yine aynı saatte" diyor müşfik bir sesle. "Daha çok konuşacak şeyiniz var besbelli. Ama korkmayın kurtulacaksınız..."
<< Önceki Haber Psikiyatri koltuğunda Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER