1907'de
İstanbul'a gelişini gazeteler, "Şark'ın yalçın dağlarından bir ateşpare-i zekâ İstanbul ufkunda tulû etti." diye haberleştirmişlerdi.
İngiltere'de başbakan Gladstone'nun 1883'te
İngiliz Avam Kamarası'nda "Kur'ân Müslümanların elinde oldukça onlara hakim olamayız. Ya bu kitabı onların elinden alacağız, ya da Müslümanları ondan soğutacağız!" sözünü 1899 yılında Van Valisi Tahir Paşa'dan işitince şöyle ahdetmişti: "Kur'ân'ın söndürülemez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim."
Bütün hayatı, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçecekti. İslâm âleminin ve İslâm'ın maruz kaldığı hücumlar varlığını o derece derinden sarsıyordu ki, "Bana ızdırap veren, yalnız İslâm'ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Âlem-i İslâm'a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum." diyecekti. Meşrutiyet yıllarının
Osmanlı Devleti sınırları içinde en hareketli kişisiydi. Kâh Rumeli'de konferanslarda, kâh Sirkeci'de hamallar arasında, kâh İttihad-Terakkî'nin ileri gelenleriyle, kâh Saray'la, kâh ulema ve meşayihle bir arada, bir gün Tiflis'te Şeyh San'an tepesinde, bazen Güney
doğu'da aşiretler arasında, Şam'da Emeviye Camii'nde hutbede, Sultan Reşat'la Rumeli gezisinde, bazen de cephedeydi. 5-6 gazetede birden yazıyordu. 31
Mart hadisesinde Sirkeci'den Yeşilköy'e kadar yaya gidip, önüne gelen herkesi isyana katılmaktan alıkoymuştu. Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu Anadolu'da milis kumandanı olarak savaştı ve
esir düştü. Bir gün geldi ve "Artık
siyaset âleminde kayda değer yapacak bir şey yoktur." diyerek, bütün himmetini iman ve Kur'ân hizmetine hasretti. Bundan sonra ömrü sürgünlerde, memleket mahkemelerinde ve hapishanelerinde geçecek, bir cani gibi takip edilecek, defalarca zehirlenecek, türlü türlü hakaretlere maruz kalacak, fakat o, bunların hepsine "Elimde iki can taşıyorum. Tek can taşıyan karşıma çıkmasın!" diyerek tahammül edecekti. Çünkü, "Karşımda müthiş bir
yangın var. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur." diyordu.
Yolu, bütün insanî lâtifeleri içine alan Sahabe yoluydu; ilim, iman, teslimiyet ve aksiyon yoluydu. Bir yandan yazdırıyor, diğer yandan sabahlara kadar 3 Kur'ân büyüklüğündeki Mecmuatü'l-Ahzab'ı 15 günde bir okuyordu. Allah'ın İrade ve Kudret Sıfatları'ndan gelen ve bizzat Kur'ân'ın baştan sona İlâhî âyetler meşheri olarak takdim buyurduğu yaratılmış Kur'ân kâinatı inceleyen ilimleri aklın nuru, dinî ilimleri kalbin ışığı olarak görüyor; Kur'ân, kâinat ve Peygamber Efendimiz'i (insan-ı kâmil) Allah'ı tanıtan üç küllî muarrif olarak anlatıyordu. "Sus! Kâinat
mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor!" diyor, Kur'ân'la kâinatı, kâinatla Kur'ân'ı
tefsir ediyordu. Kıyamet'e kadar her seviyede insanın İslâm iman ve düşüncesi adına aklına gelebilecek bütün şüpheleri cevaplandıran, Tefsir,
Hadis, Fıkıh gibi İslâmî ilimlere yeni bir temel kazandıran, İslâm adına aksiyonun Sünnet kaynaklı yolunu çizen, kâmil bir
zihin ve kalb inşa eden eseri
Risale-i Nur, İngiltere'nin Durham Üniversitesi'nden Collin Turner'ın da itirafıyla, Lâ ilâhe illa'llah'ın manâsını bütün boyutlarıyla en iyi ve gerçekten anlatan eser oldu.
Açtığı yolda, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada milyonlarca insan, Allah'ın izniyle imanını kurtardı ve kurtarıyor; açtığı cereyan, geleceğin dünyasının temellerini inşa ediyor.
Vefatından önce
veda ziyaretlerinde İnönü'nün dehşetli muhalefeti karşısında Ankara'ya alınmadı. Buna biraz içerledi. 1909'da Divan-ı Harp'te idamla yargılanırken, "Ölümüm Nevruzumdur!" demişti. 1960 Nevruzu'nda
Kadir Gecesi Hakk'a yürüdü. 2 ay 3 gün 27 gün sonra ise 27
Mayıs "
bomba"sı patladı.
Bütün Müslümanların
mübarek bayramlarını
tebrik ederim.