İki bayramı da severdik ama sanıyorum Kurban
Bayramlarını daha çok severdik.
Ramazan Bayramı'ndan devamla
şeker toplama ritüeline ek
akşam yer sofrasına dizilip
kavurma ziyafeti çekilirdi.
Tarih06
Kasım 2011 , 09:48
İki bayramı da severdik ama sanıyorum Kurban Bayramlarını daha çok severdik. Ramazan Bayramı'ndan devamla şeker toplama ritüeline ek akşam yer sofrasına dizilip kavurma ziyafeti çekilirdi.
Günlerce bahçede ahırdaki diğerlerinden ayrılarak ihtimamla beslenen sevimli kuzunun hayali gözlerimizin önünde belirse de
tahta kapının üzerine iliştirilmiş Hz. İsmail'e inen koçu temsil eden kartpostalın anlattıklarını
erken özümsemiştik.
Bayram saatlerce, günlerce alabildiğine özgür top oynamak demekti. İkişerli üçerli oynanan günlük hayattaki maçların yerini 7'şerli, 8'erli
takımlara ayrılıp oynadığımız bayram maçları alınca, oynadığımız şey "maç" olmaktan çıkıp "
futbola" dönüşürdü.
Maç yapmak içgüdüsel davranmakla, futbol oynamak organize olmakla özdeşmiş, bunu insan yaşı ilerledikçe anlıyor. Bir
Kurban Bayramı sabahı
Almanya'dan büyüklerin ellerini öpüp rızalık almaya gelen komşularımızdan birinin yakın arkadaşı Hans ağabeyin bize anlattıklarından öğrenmiştik.
Almanya'dan gelen gıcır gıcır kareli top, gözlerimizin hapsindeyken birinci prensipten yani, 8'erli iki takımın güç dengeleri gözetilerek kurulmasının daha keyifli olacağından söz etmişti. Oysa biz hep en iyileri toplayıp karşı tarafı daha takım kurma aşamasında yıkma hesaplarını biliyorduk. 'Aldım verdim ben seni yendim'siz
takımlar kurduk o bayram..
O bayram dengeli takımlar kurmayı, paslaşarak kaleye gitmeyi ve harika çayırda rövaşataya kalkmayı öğrendik. Hans birkaç gün bizimle birlikte olduktan sonra elinde
fotoğraf makinesi köyden ayrıldı. Yıllar sonra köye döndüğümde Hans'ın Almanya'dan gönderdiği fotoğraflara bakıp heyecandan titrediğimi hatırlıyorum. O güzelim Alaman topuyla çekilmiş fotoğraflardan birisi benimdi ve maç etmeden futbol oynamaya geçişin
tatlı bir hatırasıydı. Gel zaman git zaman o
küçük karton parçası resim tahta kapının üzerinde Hz. İsmail'e inen koçun tasvir edildiği kartpostalın yerinde kaldı. Son gittiğimde ne tahta kapı ne gerçek futbol topuyla çekilmiş o fotoğraf yerindeydi...
Televizyonda maçlara dikkat kesildiğimiz o 70'ler sonu 80'ler başı dönemde futbola oyuna dair ne duyarsak, ne izlersek hep kaydetmişizdir. Dünyayı gidip gelen gurbetçiler, onların oraya dair anlattıklarından olsa gerek bir parça Almanya'nın zenginliği gözüyle gördüğümüzden Alman takımları, oyuncuları ve
milli takımımıza karşı milli takımları fena halde belleğimize yapışık kaldı.
Friedel Rausch Eintracht Frankfurt'u
UEFA şampiyonu yaptıktan sonra Türkiye'ye geldi. Fenerbahçe'nin Rausch'u getirmesi gazetelerde önemli yer tutmuş, şimdikinden daha
temiz dalınan ebeveyn sohbetlerinde baş konularından birisi olmuştu.
Almanya ile milli takımlar düzeyinde sık sık oynadığımız, farklı kaybedip üzüldüğümüz o TV günlerinde gözlerimizi sahadaki toptan, tozluk, krampon ve
formalardan alamazdık. Kevin Keegan'ın Hamburg'a
transferiyle yükselen algımın Derwall'e kadar geçen dönemde Rausch'un Fenerbahçe'ye verdikleri veremedikleri tartışmasında takılı kaldığını
itiraf etmeliyim.
Derwall de bizim için bir TV yıldızı gibiydi. Onunla aynı mahallede oturmanın ayrıcalığını (nedense) saatlerce
Florya dönüşü kendisiyle karşılaşmak için beklediğimiz evinin önünü hatırlıyorum. Biz top oynarken gelmesini bizi keşfetmesini hayal edip dururduk çocumca..
Derwall her ne kadar Galatasaray'ı çalıştırıyor olsa da aslında ekranda izlediğimiz o harika Alman takımının hocasıydı. Burada onun Türk futboluna verdiği ayardan bahsetmeyeceğim. Bunu bu satırların müdavimleri çok iyi biliyor olmalı. Sadece bir kuşağın zihninde bugün
Hollywood yıldızlarının Türkiye'ye gelmesine benzer bir etki yarattığını söylemeyi değerli buluyorum.
Sonra Abramczik, Piontek'li milli takım, Schumacher, Kalli,
Daum, Kuntz ve onlarca Alman geçti futbol dünyamızdan..
Her biri her gelişlerinde hep bir şeyler bırakıp gitti. Hiçbirisinin bu ülkeden alıp götürdüğü bıraktığından fazla olmadı.
Stajyer deyip kovaladığımız Löw bile bize yıllar sonra bugün boş konuşmanın futbol oyunu yoluyla hayatı değersizleştirdiğini öğretti.
Kaiserslautern takımında forma giydiği günlerde maçlarını anlattığım Kuntz'un
Beşiktaş'a transferi sonra o takımda gollerini anlattığım
Halil Altıntop ve bugün ülkemizdeki en kalifiye futbol emekçilerinin iyi derecede Almanca konuşuyor olmaları bir hikâyenin sadece yazarın zihnine yapışmış köşe kıvrımları..
Ne zaman Almanya'dan bir
futbolcu transfer edilse, ne zaman onlardan birisi bu ülkede bir takımın patronluğunu yapsa aslında kişisel tarihimde beni alıp Hans ağabeye götürür.
Elimde tutamadığım o fotoğraf belirir gözlerimde... Bir Kurban Bayramı'nda hem şeker toplayıp, hem kavurma ziyafetini yaşamak, yepyeni bir futbol topuyla nizamiye yakın ölçülerde bir çayırda futbol oynama tadını aldığım o bayramı bir kez daha yaşamanın özlemini duyarım derinlerde bir yerde..
Bu satırları kaleme almamdaki en büyük etken sanırım Beşiktaş takımının
Ernst ve
Hilbert katkılı oynamaya başladığı günden bu yana ortaya koyduğu güvenilir ve güçlü tarafı.
Bu ülkeye gelen Almanlardan, Almanların yetiştirip gönderdiği Türklerden çok şey öğrendik. Hiçbir zaman sansasyonel olmadılar. Gece kulüplerinde sabahlara kadar eğlenip,
disiplin sorunu yaşamadı, yaşatmadılar. Hep bir öğreti, hep bir eğitilmiş adam bıraktılar arkalarında giderken..
Bu onlara yazılmış bir hayranlık mektubu değil, Türklerin Almanya'ya göçünün 50'nci yılında kırklı yaşların ortalarına gelmiş bir futbol tutkununun zihnindeki futbol arşivinden yapılmış bir derlemedir.
Ne yalan söyleyeyim konu futbol olunca Almanlar kaybedince, biz de kaybetmiş gibi üzülürüm..
Kurban Bayramı'nız
mübarek olsun.