1961 yılında savaşın dili olarak
Berlin Duvarı yükselirken,
Türkiye de ilk
işçilerini
Almanya'ya göndermeye başlamıştı. Eloğlu savaşın külleri üzerinde yeni bir dünya inşa etmek için bizden emekçi isterken, savaşa girmeyen Türkiye, ahlaksız bir askerî
darbe ile daha yeni başbakanını idam sehpasına göndermişti.
Umudu paramparça edilip bir büyük kardeş kavgasının fitilinin çekildiği ülkenin sahipsiz kalan insanları, bir umutsuzluk sarmalında ülkelerinden kaçıyorlardı. Ne hazin, 19. yüzyıl sonunda kaçan aydınları, 20. yüzyıl başında geri dönüp ülkelerini çökertmişlerdi. Şimdi çöken ülkenin çaresiz halkı aydınlarından ve ülkelerinden yâd ellere sığınıyorlardı.
Bu sene Almanlarla yapılan ilgili anlaşmanın 50. yılı. Bu bağlamda
Yurtdışı Türkler ve
Akraba Toplulukları Başkanlığı hummalı bir çalışma ile
Almanya'da son derece faydalı iki günlük bir sempozyum düzenledi. Gala yemeğinde
Başbakan etkili ve yine coşkulu konuştu.
Sempozyumun açılışında hazırlanan nostaljik kısa filmi izlerken insan savrulup gidiyor.
Yüksel Özkasap'ın içli sesiyle bir plağa okuduğu 'Almanya'ya mahkum etti
yoksulluk beni...' adlı türküsü insanın yüreğini yarıp geçiyor. Büyük bir medeniyetin bakıyesi insanların bir parça ekmek uğruna yavrularından, hanesinden, yurdundan kopup gidişine insan hayıflanıyor doğrusu.
Türkiye'nin bugüne kadar maalesef etkili bir
diaspora stratejisi olmadı. 'Saldım çayıra, Mevlam kayıra' diye milyonlarca insan ellerinde
tahta bavullarla
Sirkeci Garı'ndan yürek parçalayan görüntüler eşliğinde buralara gönderildi. Türkiye'nin dünyada 6 milyonun üzerinde, sadece Almanya'da 3 milyonun üzerinde insanı yaşıyor. Küçük bir devlet gibi. Etkin idare edilebilse dünyanın tozunu attırırdık.
Neyse ki Türkiye nihayet bu konuya da el attı.
Hükümet 2010 yılında Yurtdışı Türkler Başkanlığı'nı kurdu. Başbakanlık'a bağlı. Başında Kemal Yurtnaç adlı
genç ve idealist bir
arkadaş var. Bir sene içinde teşkilatını ve ekibini kurdu. Şimdi ilk defa bir Yurtdışı Türkler
Strateji Belgesi üzerinde çalışıyorlar. Merakla bekliyorum. Türklerin milli-manevi değerlerini kaybetmeden
Avrupa'da nasıl kalıcı olacağı konusu temel stratejiyi belirleyecek.
Bir Alman yazarın ifadesiyle, 'biz işçi bekliyorduk, insanlar geldi'. Meğer tahta bavulla gelenlerin yürekleri, kişilikleri, inançları, lisanları vardı. Almanlar '
yabancı işçi' yerine daha onore edici '
misafir işçi' demeyi
tercih etseler de başlangıçta gelenlerin hayatlarına hiç sahip çıkmadılar. Şimdi Berlin'deyiz. O zamanlar
Berlin Duvarı kısaca 'itin öldüğü yerdi'. Buralara sığındılar. Eskiden kalma toplama kamplarında,
köprü altlarında, gecekondularda, minnacık mekânlarda sığışıp kaldılar. Eş temizliğe, koca ise madenlerin
cehennem çukurlarına doğru yola koyuldular.
İlk bir iki neslin alın teri,
gözyaşı üzerinden şimdi üçüncü ve hatta dördüncü nesil geldi. Bir yana bakarsanız teselli nevinden 'başarı hikâyeleri' bulabilirsiniz. Yeri geldiğinde bunları sizinle paylaşırım. Ancak büyük resim şu: 3 milyon insanın dağ gibi
aile, eğitim,
işbirliği eksikliği, anane ve geleneklerini koruma, nesline sahip çıkma sorunları var. Çok geç kalınmış olmasına rağmen bundan sonrası için süreç iyi idare edilebilirse, Türkler yaşlanan Almanya ve hatta Avrupa için büyük fırsat, elbette Türkiye için mükemmel bir güç kaynağı olur.
Son yıllarda Türkiye'nin bir umutlar ülkesi olarak yükseliyor oluşu sanki göçü tersine çevirdi. Geçen sene 30 bin kişi göçmenlik isterken, 40 bin kişi Türkiye'ye dönmüş. Tahta bavullu
baba ve dedelerinden farklı olarak yeni nesil diplomaları, bilgi, görgü, tecrübe, know-how ile dönüyorlar.
Sorun şudur ki, kalanlar kalsın tamam ancak bu tersine göç hâlâ sahipsiz. Oysa bir rampada patinaj yapma sürecine giren ve kendini cari açık şeklinde dışa vuran ekonomimiz, bu kritik beşeri sermayeye çok muhtaç. Ancak şimdilik bu ayak sahipsizdir. Dahası Almanya'da her şey konuşuluyor da geri dönmenin etkin mimarisi pek konuşulmuyor.