Eğer susuyorsan korkaksın! Susuyorsan, bu senin karşındakini anlamaya çalışman anlamına gelmiyor. Tek celsede korkak oluyorsun…
İnsanların hatalarını yüzlerine vurmayıp örtmeyi deniyorsan, aptalsın! Fark etmediğin için görmezden geldiğini sanıyorlar. Kendi hatalarına karşı uyanık, diğerinin hatalarına karşı örtücü olduğunu anlayamıyorlar.
Annene düşkünsen “ana kuzusu” oluyorsun. Anneni seviyorsan, ona değer veriyorsan, onun fikrini de alıyorsan kaçışın yok, ana kuzususun işte.
Eğer terbiyeli davranıyorsan, mesela “efendim”li konuşuyorsan “süt çocuğu”sun .
Hassas isen, hemen hastalanıyorsan “muhallebi çocuğu”…
Utangaçsan hemen etiketin hazır: “içe dönüksün” belki de “sosyal fobik”... Utanmayı hayâ duygusundan bir ton olarak görmek yerine, ilişkilerden çıkarılıp atılması gereken bir “ur” gibi gösteriyorlar sana…
Eğer dürüstsen, beyaz yalana inanmıyorsan “enayi” diyorlar o zaman. İhtiyacı olana uzanıyorsa elin “katışıksız enayi” oluveriyorsun el-âlemin gözünde.
Karşı cinsle ilişkinde edepli davranmaya çalışıyorsan “ezik” diyorlar sana. Gözlerinin içine içine bakamıyorsan, elin ayağın birbirine karışıyorsa yazık sana, “eziksin” işte.
Eski dostlara, eskiyen hatıralara, geçmişte kalan arkadaşlara vefalıysan “duygusal” diyorlar. “Sulu göz”ü ekliyorlar geçmişe hüzünlenen yüreğine. Sulugözsünüz şimdi de işte…
Çok çalışkansan, sınıfta çalışarak öğrenmeyi seviyorsan, bu kez adın “
inek” oluyor. Çalışkansan inek,
kopya çekebiliyorsan“kurnaz”…
Bir şeyler kızdırıyorsa seni, birileri gelip “Üzülme değmez!” diyorlar hemen. “Salak” oluyorsun bu defa, neye üzülüp neye üzülmeyeceğini kestiremeyen…
Üzülüyorsan hayata, üzülüyorsan insanlığın haline, yok olan ormanlara, kirlenen doğaya, bu defa “takma kafana” diyorlar.
Boş veriyorsan önemsiz gördüklerine, çıkarıyorsan seni aşağı çeken insanları hayatından, bu defa “gamsız” oluyorsun birilerine göre.
Affedebiliyorsan sana yapılanları “çantada
keklik” olarak kaydediyorlar arkadaşların, “Nasıl olsa affeder…” diye düşünmeden davranıyorlar her zaman.
Dobra dobra konuşuyorsan hakikati savunurken, “patavatsız” oluyorsun…
Derin düşüncelere dalıyorsan “filozof” oluyorsun.
Hayat hakkında düşünmek yalnızca filozofların tekelinde sanki…
Ailene karşı merhametliysen, eşine
yardım ediyorsan “kılıbık” oluyorsun, kocana hürmet ediyorsan “korkak”…
Akşam olduğunda kafelerde sürünmeyip evine geliyorsan “hımbıl”…
Her şeyi zamanında yapmaya özen gösteriyorsan “Pimpirikli”…
Kaba zevklerin, tuttuğun takımların yoksa “Hayatı yaşamayı bilmiyorsun!”
İsraf etmiyor, tüketmeden yaşamak için harcıyorsan “cimri”sin.
Evlenmeyi düşünüyorsan aptal, çocuk yapmayı düşünüyorsan “akılsız”sın…
Biraz kadınların haklarından konuşursan “feminist” oluyorsun.İşçii hakları dersen “komünist”…
Daha ne kadar şey söyleyebiliriz toplumun doğduğumuz andan itibaren adeta kalbimize ve beynimize zerk ettiği değer yargıları hakkında? Ve bu değer sistemleri bizim için birer yol gösterici, birer işaret oluyor çoğu zaman. Ve hangisi doğru, hangisi yanlış? Nereye kadar doğru ve nereye kadar yanlış? Hiç sorgulamadan alıp kullandığımızda, kendi varoluşumuzu gerçekleştirmeye çalıştığımız bu dünyada ortaya eğri-büğrü bir varlık çıkıyor.
Ön kabullerle gaza geldiğimiz, ön kabullerle yolumuzu bulmaya çalıştığımız her yeni denemede tıkanıp kalıyoruz. Duygularımızla aklımız bir türlü buluşamıyor. Fedakârlık gereken bir yerde tüm duygularımızla fedakârlık etmek isterken, bu ön kabullerden birisi geliyor ve bizi aslında gitmek istemediğimiz bir başka yöne çekip sürüklüyor. Sonrasında kayboluyoruz bir kez daha.
Bu dünya bir anlam denizi ve her şeyin herkese göre bir anlamı var. Peki, bizim için yeniden yaratılan anlamı yeniden üretebilecek bir bakışla bakmadığımızda, dünyamız bir önyargılar ve zanlar denizine dönüyor. Ve biz her gün o denizde sürükleniyoruz: bazen boğuluyor, bazen sahile vuruyoruz….
Hep bir şeyler diyenler ölünce de büyük ihtimalle “
ölüm yakışmadı” diyecekler. Birileri bir şeyler desinler fakat biz aşkın olanla, kenimizi yeniden anlamlandırmayı deneyelim.
[email protected]