Zinanın suç olmasının tartışıldığı günlerde bir yazar, dini ölçülerin toplumları sınırlamaması anlamında "Günah işleme özgürlüğü" istiyordu.
Ben de o zaman, "Günah işleme özgürlüğü'nü sadece kendiniz için değil, herkes için talep ettiğinizde bir gün gelir, işlenen günahlarda boğulursunuz" diye yazdım.
Aslında depremde
enkaz altında kalışımız, yaygın biçimde günah işleme özgürlüğünü kullanmamızdan dolayı değil mi?
Çimentodan, demirden çalmak günah işleme özgürlüğünü kullanmak anlamına gelmiyor mu?
Üç kuruşluk kâr için binanın kolonlarını kesmek...
Müteahhitliğe sahtekârlık karıştırmak...
Devlet malı
deniz, yemeyen
domuz mantığıyla, kamu binalarının yapımında
hırsızlık yapmak...
Üç kuruşluk rüşvet ya da bir ziyafet karşılığında, hırsızlığa karar veren müteahhide denetimci olarak
yardım etmek...
Nedir bunlar?
Sabahları çevre yolunu kullanarak işyerine geliyorum. Altunizade'den
köprü yoluna giriş için iki şerit kullanılıyor. Ama bir "Üçüncü şerit korsanları" var. Onlar, en arkadan gelip en baştan köprü yoluna girmekten utanmıyorlar.
Günah işleme özgürlüğünü kullanıyorlar yani...
Kul hakkı yemek ne de olsa bir "insan" eylemi...
Ama sonra sonra üçüncü şerit de doluyor, bu defa "Dördüncü şerit korsanları" devreye giriyor. Sonra herkes için
trafik felç oluyor.
İşte bu.
Depremde hayatın bu ölçüde felç olmasında da bu türlü veya başka türlü korsanlıklar söz konusu...
Ben derim:
Eğer yollarda
emniyet şeridini fütursuzca kullanan birisi iseniz, bir gün gelir, aynı özgürlüğü(!) fütursuzca kullananlar tarafından tıkanmış olan emniyet şeridinden,
kalp krizi geçirmekte olan bir yakınınızı hastaneye yetiştirememenin acısını yudumlayabilirsiniz.
Tabii, sizin günahlarınızın bedelini başkaları da öder.
Belki başkaları da bu günah işleme salgınına kayıtsız kalmanın bedeline ortak olur. Kir, çamur büyür büyür, herkesin, tüm toplumun boyunu aşmaya başlar.
Depremin yıkıntılarına baktığımızda, belki de şöyle bir kenara çekilip, başımızı ellerimizin arasına alıp, insani-ahlaki anlamda, değerler planında geçirdiğimiz
depremi düşünmeliyiz.
Kadınların üstüne basa basa bir çadır almaya çalışan, çocukları tepeleyerek bir çuval ekmeğe el koyan güçlü kuvvetli adamlar nasıl bir insani
manzara çiziyor, görmeli değil mi insan?
İyi ki, hâlâ, "ben"lerini aşıp, insanlıklarını devreye sokan insanlarımız var. Onlar, artçı depremlerin tehdit ettiği enkazların altına girip, Azra bebekleri
kurtarmak için çırpınıyorlar.
Hani neredeyse onların himmeti sayesinde ayaktayız, denebilir.
Her deprem bir
ders oluyor, diyoruz ya, kurtarma çalışmaları için, organizasyon eksiklikleri için, binaların sağlamlığı için vs... aynı şekilde, bir kişilik depreminde sadece badanası, boyası, sıvası değil, kolonları, sütunları sarsılan insani değerlerimizi yeniden onarmak için de ders olmalı depremler...
Çalma
arkadaş, çalma!
Çimentodan çalma, demirden çalma, kat sınırlamasını aşma, alan açacağım diye, sütun kesme,
duvar sökme,
sokaktan, caddeden çalma...
Sokaktan caddeden çalarsan, yarın bir
yangın anında itfaiye gelemez, deprem anında kurtarma ekipleri binana ulaşamaz...
"Meğer
apartman değil, kendi çocuklarıma
tabut yapmışım" diye ağlarsın.
Sen ağlarsın ama birçok anayı da ağlatırsın.
Ama o zaman ağlamak da fayda vermez.
Günah işleme özgürlüğü ne kadar yaygınlaşırsa, ödenen bedeller, kişisellikten toplumsallığa doğru o ölçüde yaygınlaşır.
Gittikçe "Günah işleme özgürlüğü"nün daha da yaygınlaştığı bir
ülke haline geliyoruz.
Yerin altından gelen sarsıntılar, bir alandaki yanlışlıklarımızın bedelini önümüze koyuyor.
Acaba başka yanlışlıklarımızın bedelleri ne olacak?
Çocuklarımızın -
Allah korusun- bir sokak başında uyuşturucu çetesi ile buluşması mı, dağlar gibi büyüyen boşanma dosyaları mı, gelir adaletsizliğinin,
isyan ettirecek boyutlara ulaşması mı, gökten yerden tüm insanlığı vuracak olan çevre felaketi mi, acaba ne?