Hale bakın...
Biz
Diyarbakır Cezaevi'nin işkence ve zulüm müzesi yapılmasını konuşurken, ordu içinde bir yerlerde
Diyarbakır Cezaevi'ni aratmayacak işkencehaneler harıl harıl faaliyetteymiş.
Biz "devlet değişiyor, dönüşüyor" diye sevinirken, devlet, "can çıkar huy çıkmaz" misali, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana hiç dinmeyen
öfkesi ve kini ile ocağına düşenlere kan kusturmaktaymış.
Ahmet Türk, 80'li yıllarda Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadıklarını anlattığında hepimiz insanlığımızdan utanmış, katıla katıla ağlamıştık. Meğer biz 30 yıl önce olup bitenlere ağlarken, aynı zulüm devam etmekteymiş. Er Uğur Kantar'ın öldürüldüğü askeri
disiplin koğuşlarında (
Disko) tıpkı Diyarbakır Cezaevi'nde yapıldığı gibi, disiplin suçu işleyen erler lağım farelerinin cirit attığı yerlerde insan pisliği içinde süründürülüyor, aç susuz bırakılıyor, sandalyeye kelepçeyle bağlanıp saatlerce güneşte bekletiliyor, kafaları duvara vurula vurula öldürülüyormuş. Bu cehenneme düşen zavallılar, işkence ve aşağılanmayla geçen her günün ardından geceleri yataklarına yatınca yorganı başlarına çeker, için için ağlarlarmış.
Peki,
helal süt emmiş tek bir
subay da merak etmemiş mi, nedir geceleri koğuştan gelen
ağlama sesleri diye? Bu insanlık suçuna ortak olmayı reddeden bir Allah'ın kulu çıkmamış mı 95'inci Zırhlı Tugay, 1. Tank Taburu, 2. Tank Bölüğü'nden?
Unutmayın,
katil değil, tecavüzcü değil, vatan haini değil, işgal askeri değil; "vatani görevini yapan" 20 yaşında kuzucuklar bunlar... Ya botlarını parlatmayı unutmuşlar ya içtimaya geç kalmışlar ya da tüfeklerini yanlış yerde bırakmışlar. Anaları babaları ellerine
kına yakıp kurbanlık
koyun gibi orduya teslim etmiş. O ordu da onları pislik içinde süründürmüş, insanlık onurlarının üstünde tepinmiş. Kafalarını duvarlara vura vura komaya sokmuş.
Eğer bazı gardiyanlar kantarın topunu kaçırıp içlerinden birini komalık etmeseymiş olan biteni öğreneceğimiz de yokmuş. Ailesine "
Vatani görevini yaparken rahatsızlandığı, yoğun ilgi ve tedaviye rağmen kurtarılamadığı"na dair iki satırlık bir taziye mektubu gidecek ve her şey bitecekmiş.
Şimdi iki gardiyan tutuklandı, yargılanıyor diyorlar.
Bunun için teşekkür mü etmeliyiz Genelkurmay'a?
Peki Uğur Kantar'dan önceki işkenceleri yapan gardiyanlar ne olacak? Ya o gardiyanların sıralı amirleri? Emir-komuta kademelerinin en tepeleri?
Kim bilir ne zamandan beri işleyen bu işkence tezgâhının hesabını kim verecek?
Ve bizler...
Ne yapacağız biz? Bütün Türkiye'yi, işkence müzesi mi yapacağız? Bu sapık ruhlarla, bu gaddarlıkla, bu işkence geleneği ile nasıl baş edeceğiz?
Nasıl bir anayasa yapacağız da kendimizi devletten koruyabileceğiz? Nasıl olacak da bu zulüm aygıtını
hizmet aygıtına çevireceğiz?
Anayasa'nın en tepesine Almanlar gibi "insan onuru dokunulmazdır" yazsak ne değişecek? İnsanlıktan çıkmış, onur nedir bilmeyen o gardiyanlara ve onların amirlerine nasıl öğreteceğiz insanlık onurunun ne olduğunu?
Bize hizmet etsin diye kurduğumuz, kendi ellerimizle besleyip büyüttüğümüz bu canavarın bize karşı duyduğu bu öfke, bu kin, bu gaddarlık ne zaman bitecek?
Söyle ey halkım; biz bu beladan nasıl kurtulacağız?