Dahilde işleme rejimi ihracatçıyı desteklemek amacıyla geliştirildi.
Ancak
sistemin bazı unsurları ve diğer
vergi mevzuatıyla giderilemeyen bazı uyumsuzlukları
yerli üreticinin aleyhine,
yabancı üreticinin ise lehine çalışıyor. Geç kalındı ancak yine de düzeltilmesi gereken önemli bir konu.
Başbakanlık tarafından geçen ay yürürlüğe sokulan yerli
üretim genelgesi esasında bu tür kösteklerin de ortadan kaldırılmasını öngörüyor.
Dâhilde İşleme İzin Belgeleri (DİİB) kapsamında şirketler
ihraç edecekleri
ürünlerin üretiminde kullanacakları girdileri yurtdışından
ithal ederek işledikten sonra ihraç ediyorlar. Bu şekilde ithal ettikleri ürünler için gümrük vergisi ve KDV ödemiyorlar. Bunun yerine, üretimde kullanıp ihraç edecekleri taahhüdüne binaen, ithal ettikleri ürünlerin gerektirdiği toplam gümrük vergisi ve KDV yükümlülüğü büyüklüğünde teminat veriyorlar.
İhracat yapıldığı zaman ise bu teminatı çözdürüyorlar.
Tabii aynı girdiler yurtiçinde de üretilebiliyor. Eğer ithal edilen ürün için gerekli girdi yurtiçinde üretiliyorsa ve eşdeğer kaliteyse ihracatçı bu kez yerli ürünleri kullanabiliyor. Ancak burada karşısına çıkan mevzuat engelleri yerli ürün kullanımını köstekliyor ve ihracatçıyı ithalat yapmaya sevk ediyor.
Açıklayalım. Mevcut mevzuat dahilde işleme rejimi kapsamında ihracatçı
firma tarafından yurtiçinden yapılan satın almaların (KDV kanunu geçici 17. maddesi sebebiyle) Katma Değer Vergisi'nin satıcı firmaca iade alınmasını güçleştiriyor ve ciddi bir
maliyet çıkartıyor. Bu uygulamada firmalar DİİB kapsamında yaptıkları alıma ilişkin satıcı firmanın KDV iadesini (ya da mahsubunu) yapabilmesi için her aya ilişkin olarak yaptığı imalatta kullandığı malzemeleri her bir malzeme satıcısı firma için ayrı ayrı yeminli mali müşavirlere tüm imalat bilgilerini de kapsayacak şekilde (ayrıntılı olarak randıman hesaplamaları da yapılarak) rapora bağlatmak ve bu raporu satıcı firmanın vergi dairesine ibraz etmek suretiyle ertelenen KDV'ye ilişkin sorumluluk sona ermektedir.
Örneğin, imalatçı firma DİİB kapsamında yapacağı üretim için yurtiçinden 5 ayrı firmadan ihraç kayıtlı malzeme satın alması ve bu malzemeleri üreterek 6 aylık bir periyotta ihraç etmesi halinde her bir firma için 6 adet olmak üzere toplam 30 adet YMM raporu yazdırmak ve bunları ilgili vergi dairelerine ibraz etmek zorunda. Bazı durumlarda burada yapılacak masraflar dahi sağlanan KDV avantajından fazla olabiliyor. Kaldı ki sistem KDV avantajı sağlamakta. Sadece KDV'nin önce ödenmesi sonra iade alınmasını kaldırıp sadece finansman desteği sağlıyor.
Oysa, aynı malzemeler yerli satıcıdan alınmaz da ithal edilirse yukarıda bahsedilen teminat mektubu ihracat gümrük beyannamesinin ihracatçı birliklerine ibrazı ile kapatılmakta ve teminat mektubu kolayca çözülebiliyor.
Mevzuatta yerli üretici ve satıcıları köstekleyen başka unsurlar da var. Yerli alımda, ihracatçı girdisini yine imalatçı statüsündeki bir firmadan (ihraç kayıtlı) satın almak zorunda.
İthalatta ise böyle bir zorunluluk bulunmayıp imalatçı olan veya olmayan her türlü firmadan DİİB kapsamında ithalat yapılabiliyor. Bir başka deyişle, imalatçı olmayan bir yerli firmanın ihraç kayıtlı DİİB kapsamında
satış yapma imkanı bulunmamaktadır. Dolayısıyla distribütör veya büyük montanlı satış yapan firmalar (ayrıca alıcının teminat mektubu riskine girmek istemeyen firmalar) DİİB kapsamında satış yapamıyor.
Son bir nokta. DİİB kapsamında ithal edilen ürün ihracat öncesi ya da sonrası fark etmeksizin alınabiliyor. Buna karşılık, yerli tedarikçi
tercih edilirse satın almanın ihracat öncesinde gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu durum, ihracattan önce satın alınmış girdi stoklarına sahip ihracatçı şirketleri yerli girdi yerine ithalata zorluyor. Stoklarındaki mevcut olan girdiyi ihracat için yaptığı üretimde kullanan ihracatçı kullandığı miktarda girdiyi yeniden tedarik etmek istediğinde mevzuat bu tedariki yurtiçi üreticiden yapmasına izin vermiyor.
Mevzuattaki bu ve benzeri olumsuzluklar nedeni ile DİİB kapsamında ithalat tercih ediliyor; yerli ürün ve üretici tercih edilmiyor.
İstanbul'da
taksi plakası 800 bin TL
İstanbul'da taksi plakası
fiyatları kendine göre bir borsada belirleniyor. Fiyatlar son dönemde 800.000 TL'yi geçti. Birkaç sene önce bu fiyat 300.000 TL civarındaydı. 2001 krizinde ise "dip" yapmıştı.
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi'nden Doç. Dr. Fuat Oğuz'un birkaç sene önce yaptığı bir araştırma İstanbul ile New York'taki taksi plaka fiyatlarının birbirine yakın olduğunu göstermişti.
Taksi ekonomisi şöyle çalışıyor: "Yatırımcı" taksi plakasını borsadan satın alıyor. İstanbul'da toplam 18.000 taksi plakası var. Dolayısıyla sizin almanız için başkasının size plaka satması gerekiyor. Mevcut plakalara ilave plaka (yani
lisans) verilmiyor. Çoğu zaman arabasıyla birlikte alıyorsunuz plakayı. Sonra taksiyi kendiniz mi işleteceksiniz kiraya mı vereceksiniz karar veriyorsunuz.
Kiraya verecekseniz günlüğü 150 TL civarı kiraya veriyorsunuz. Kiralayan kişiler genellikle günde on iki saat olmak üzere ağır şartlar altında çalışıyorlar. Taksilere bindiğiniz zaman karşılaştığınız emektarlar işte o kişiler.
Şoförler günde yerine göre 40 ile 100 TL arası net para kazanıyorlar. Bu ücretler benzin parası, yemek maliyeti çıktıktan sonra kalan rakamlar. Yani 12 saat çalışan bir
şoför günde ancak 20 ile 50 TL arası para kazanabiliyor. Yatırımcı günde 150 lira kira geliriyle ayda 4 bin 500 TL civarında para kazanıyor. Bu da senede 50.000 TL ediyor. "Sermaye artışı" beklentisi de eklenince taksi fiyatları gayrimenkulden daha yüksek primlerle 800.000 TL'ye kadar çıkıyor.
Kısacası taksicilik yatırımcı açısından kârlı, şoför açısından cefalı, müşteri açısından da pahalı ancak olmazsa olmaz bir
ulaşım aracı.
İktisatta taksicilikteki plaka uygulamasına "
rant" adı veriliyor. Bir piyasaya giren aktör sayısı devlet tarafından sınırlı bırakılınca genel ekonomiden kopuk bir "ekonomi adası" oluşuyor.