Siz bu yazıyı okuduğunuzda sanırım Bamteli'nden dinlemiş olursunuz o sohbeti.
Sohbet, "Ölümü temenni etmeyin. İlla edecekseniz şöyle deyin: '
Allah'ım! Eğer hakkımda
ölüm hayırlı ise beni
vefat ettir; yaşamam hayırlı ise beni yaşat.' hadisini nasıl anlamalıyız?" sorusuna cevabın verildiği bir sohbetti. İşte o sohbet öncesine götüreceğim sizleri. İkindi namazı sonrası bir
bardak çayın içildiği o kısa zaman dilimini bazan dua, bazan da bir simanın, bir güzel sözün, bir hal-hatır sormanın açtığı küçücük, daracık, minnacık kapıdan girip ummanlara yelkenler açarak ya da açılarak değerlendirildiği o zaman dilimine.
"Bizim hakikatlere bakışımız çok dar bir perspektiften. Biz ne hakikati ne de perde arkasını kavrıyoruz. Bilmeden bahsetmiyorum. Bilmek ayrı, kavramak ayrı. Mesela Allah'ın esma ve sıfatlarını bilebiliriz ama onları kavramamız imkânsızdır." Muhit varlıklar olarak Muhat'ı, yaratılmış olarak Yaratan'ı, sebepler dairesinde yaşayarak Müsebbibü'l esbab'ı nasıl kavrayacağız ki? Tabii ki Hakk'ı hakkıyla idrakimiz nâmümkün. Bu kadar bedihi, bu kadar açık ve aynı zamanda inancımızın temelini oluşturan bu gerçeği hatırlatmakla acaba
Hocaefendi nereye gidecek diye düşündüm. Bu iki-üç cümle ile anlattığını değil de sonrasını merak ettim ve dikkatlice dinlemeye koyuldum.
Devam etti: "İradenin hakkını verme başka mesele, kendini ifade etme başka meseledir." Anlaşıldı dedim hemen bu cümleyi duyar duymaz. Yine insanın kendini sıfırlamasından bahsedecek; yine yıllardır bıkma usanma bilmeden tekrarladığı tevhide vurgu yapacak; her zaman dediği gibi "Yapan O, kılan O, eden O, tutan O; bizleri bu yolda kullanan Allah'a hamd ve sena olsun." diyecek. Tahminimde yanılmadım; yanılmadım ama bu defa muhteva aynı olmakla beraber kullanılan örnekler ve kurulan cümleler değişikti.
"Allah rızası diyerek yaptığın bir işe zerre kadar kendini, nefsini karıştırırsan, o işi kirletmiş olursun." Örneğe dikkat edin: "İster Kur'an oku, istersen ezan." Sizin de belki aklına gelmiştir şimdi; acaba orada Kur'an veya ezan okuyan birisi sesinin, nağmelerinin, makamının güzelliğini hal diliyle mi ifade etti diye düşündüm; ama yanılmışım. Çünkü "mesela" diyerek verdiği misal başkaydı. "Mesela; 'bu kampı biz almıştık' sözü. İnsanın isteklerinin, arzularının kötü şeyleri istemesine mukabil, iradesini asarak iyiliğe güzelliğe yönelmesi Allah'tandır. Dolayısıyla Allah'ın tevfikiyle, inayetiyle, iyiye, güzele, hayra yönlendirmesi ile siz bu işi yapmışsınızdır. O zaman, bu fiile sahip çıkma büyük bir iddiadır. Damla ile deryaya sahip çıkmadır."
Bu cümleleri söyledi ve bir yudum çay almak için bardağına uzandığında orada kampın alımında bulunan eski ama eskimeyen,
yaşlı ama büyümeyen bir dostu gördü: "İnanın sizi görmemiştim." Mana açıktı; "Sizi daha önce görseydim rencide olma ihtimalini hesaba katarak başka bir misal verirdim. Üzerinize alınmayın, size 'bu işe nefsinizi karıştırdınız' gibi bir ithamda bulunmadım"; bize de "sakın farklı düşünmeyin; su-i zanlara girmeyin" demek istiyordu. Çünkü ezan, Kur'an açıklamasında olduğu gibi, burada da kampın alınmasında emeği bulunan o veya onun gibi şahıslara özgü su-i zanlara girenler olabilirdi. Nitekim iki cümlesi bu yorumu doğruluyor: "Allah'a
hesap vereceğiz. Yalandan O'na sığınırım."
Çayını bitirdikten sonra kaldığı yerden devam etti: "Ben biraz da kendi hesabıma konuşuyorum. Kendi riyakârlığıma karşı söylüyorum bunları. Çünkü insan takılıyor çoğu zaman. Şehrah halindeki yoldan yürürken önüne çıkan engellere takılıyor; dikenlere takılıyor; şehvetine takılıyor, makam-mansıb görüyor ona takılıyor." İlaveler yapabilirsiniz; şöhret de var diyebilirsiniz. Para hırsı diyebilirsiniz. Yüzlerce şey sıralayabilirsiniz. Bu takılma ağına girdikten sonra sonuç belli; başlangıçta insanı sahil-i selamete çıkartacak, dünyada huzur, ahirette cennete ulaştıracak o koca şehrah bir patika haline gelir ve insan senelerce yürüse de bir adım mesafe kat' edemez. Bir başka zaman bir başka vesile ile söylediği gibi "
dolap beygiri gibi sabahtan akşama
döner de, bir adım yol alamaz."
Şimdi yazıya başlık yaptığım söze yani sözün özüne sıra geldi; bu örnekleri verdikten sonra dedi ki: "Kulluk bir şehrahta yürümek kadar kolay ve rahat, dar bir patikada yürümek, geçilmez bir köprüden geçmek kadar da zordur. Bazen o, bir sırat gibi olur, geçilmez; takılır insan sağında solunda bazı kancalara, bazan iştihalarına, bazan şehvetlerine, bazan bencilliklerine takılır, burada döküldüğü gibi orada da dökülür." Ve bu zemin üzerine kurulu sözün özü: "Sırat burada geçilir; orada geçilmiş sırat geçilir. Burada geçenler orada da geçer." Mana açık, dünyada yol aldığımız şehrahta makama-mansıba, paraya, şehvete, şöhrete takılanlar ahirette de Allah'ın lütfu, merhameti, ihsanı olmazsa ahirette de takılabilir.
Sözün geldiği bu aşamada kolay gözüken ama süreklilik izharında zorlardan zor bir çözüm yolu söyledi: "Sıratı dünyada aşmanın yolu, yürekten Allah'a irtibat ve o irtibatı her adım başı
kontrol etmeye vabestedir. Onunla kontrol tamamsa, şaşmadan, devrilmeden, kaymadan, sürçmeden yürürsünüz
hedefe doğru. Hedef O ise şayet, O'na doğru yürümede O, yolunuzu şaşırtmaz. Onun yerine hedefe başka şeyler koyarsanız, kendi basiretinizi köreltmiş, kendi kendinize husuf ve küsuf yaşatmış olursunuz. İnsanın kalbi ile Allah arasına girmesine denir bunlar. Sen aradan çıkınca her şey ayan-beyan ortaya çıkar."
Kesintisiz devam ediyordu sözleri ardı arkasına: "İrade yayını germiş, azim okunu O'na doğru, O'nun rızasına doğru fırlatmışsa, O seni cevapsız bırakmaz. Evirir-çevirir, değişik kayma ve sürçmelerine rağmen er-geç seni kendisine ulaştırır. O'ndan daha vefalısı yoktur. Bu yönüyle bakarsanız kulluk kolay. Ama bizim takıldığımız çok şeyler var. O zaviyeden bakınca işin doğrusu kulluk zor. Aslında o yolu çetrefilli yapan biziz. Yoksa yol çetrefilli değil. İşte günde 40 defa o çetrefilsiz yolu istiyoruz Allah'tan. Sıratı müstakim diyoruz." Sonra devam etti. Sıratı müstakimin mutlak bırakılmasındaki hikmete değindi birkaç cümle ile. "İbham içinde derinlik, ıtlak içinde ciddi bir enginlik var." dedi ve devam etti.
Hocaefendi'nin sözleri bitmedi ama benim yerim bitti. Bitiriyorum; bu sözleri söyledikten sonra kısa bir müddet durdu ve "Âmin denir burada!" deyip bir dua ile bitirdi: "Rabbi yessir vela tüassir; Rabbi temmim bil'l hayr." Âmin. Hem de bin can ile bin yürek ile âmin. Binler defa milyonlar defa, 'la yuad vela yuhsa' âmin, âmin, âmin...
"Gevezelik ettim;
evet şimdi soruya geçebiliriz."
Dinlediniz değil mi Bamteli'nde! Hararetle
tavsiye ederim...