Ben de bir Apple’cıyım. Bu yazımı bir yerlerde, 11 inch’lik jilet gibi ince, tüy gibi hafif MacBook Air’de yazıyorum.
Evdeki masamın üstünde de kocaman bir iMac var.
Yazımı sabah vakti yazarken de, cep
telefonum iPhone4’ten Mozart’ın adagiolarını dinliyorum kulaklığımla.
Yazı bitince, iPhone’umun Personal Hotspot’una dokunup anında internete gireceğim ve günü birlik ‘eserimi’ bir tıkla gazeteye göndereceğim.
Eskiden böyle miydi?..
Daktilonun başına geçer, makineli tüfekle ateş eder gibi takır tukur yazardım haberimi.
Telekse verirdim önce.
Yazı teleksle gazeteye geçilirdi. İstanbul’da teleks odasından koparılır, yazı işlerine giderdi.
Editörlerden biri okur, sayfayı yapan da puntoladıktan sonra dizilmek üzere mürettiphaneye gönderirdi.
Yazı dizilir, bir
kopya çıkarılır, bir adeti düzeltmenler, eski deyişle musahhihler masasına, öteki yazı işlerine gönderilirdi.
Düzeltmeler yapıldıktan sonra tekrar mürettiphaneye, bu defa ‘tashih toplanması’ için yollanırdı.
Ama eğer teleks hatları arızalı gibiyse, Ankara’dan yazdığın İstanbul’da bozuk -ya da kumlu- çıkıyorsa o zaman işin telefona kalırdı.
Bu sefer de santralcı kızların oyuncağı olabilirdin. İstanbul’a bağlanmak için anandan emdiğin süt burnundan gelebilirdi.
Bir seferinde Almanya’daydım.
1975 yılı.
CHP lideri Ecevit’in Bonn ziyaretini izliyordum
Cumhuriyet adına. Ren kıyısındaki Tulpenfeld Oteli’nde teleksler çalışmıyordu, kumlu çıkıyordu.
Santraldan İstanbul’a, gazeteye yazıldım.
Bekle
Allah bekle.
Tam beş saat!
Ama bağlanamadım. Telefon hatlarının
Türkiye tarafı arızalıydı. Haberimi yazdıramayınca o gün kahrolmuştum.
1980’li yılların ilk yarısı olmalı.
Turgut
Özal başbakan.
Doğuda otobüsle dağ tepe gidiyoruz. Bir barajın temelini atacak Özal.
Gazeteci milleti fıkfıklanıyor. Çünkü haber ve yazı yazma vakti gelmiş durumda...
Özal’ın umurunda değil.
Yüzünde muzip bir ifade, “Yazarsınız canım!” diyerek dalgasını geçiyor bizimle.
Nihayet temel atılacak yere ulaşıyoruz. Dağlık tepelik bir yerde birkaç tane çanak
anten ve büyük bir masanın üstünde bir sürü telefon.
Telefonu çeviren karşısında gazetesini bulunca şaşkınlığa uğruyor.
Turgut Özal ise bir kenarda bizim hallerimize kıs kıs gülüyor.
O kadar çok şey var ki anlatacak.
Bir zamanlar gazeteci olarak canımız çıkardı, mesleğimizin hakkını vermeye çalışırken.
Teknolojik koşullar geliştikçe,
teknik engeller ortadan kalktıkça rahatlamaya başladık.
‘
İnternet devrimi’yle de dünyalar bizim oldu diyebilirim.
Şimdi yazımı bir yerlerde yazıyorum.
Kulağımda sevdiğim
müzik...
Cep telefonumla internete bağlıyım. Ara sıra gazetenin sitesine bakıp memleket ahvaline şöyle bir göz gezdiriyorum.
Birazdan bir tıkla gidecek yazım.
Şu sıralar
iPad2 alacaktım. Uyarı Fehmi Koru’dan geldi:
“Bekle, birkaç aya kadar
iPad3 geliyor.”
Bu satırları
Steve Jobs için yazıyorum.
Benim dünyamı değiştirdiği için yazıyorum.
Benim hayatımı kolaylaştırdığı ve gerçekten zenginleştirdiği için yazıyorum.
Ve Steve Jobs’a Apple’cı bir gazeteci olarak yürekten teşekkür ediyorum.