Yöreye özgü kara taşlarla inşa edilmiş bir
Osmanlı hanında kahvaltımızı yapıp çıkarken, belki de
Türkiye'nin başka hiçbir yerinde göremeyeceğim çarpıcı bir manzarayla karşılaşıyor bakışlarım.
Hepsi de ölmüş on kadar erkeğin yan yana duran posterleri bunlar. İçlerinden seçebildiklerim şunlar oluyor: Che Guevara, Said
Nursi, Yılmaz
Güney,
Ahmet Kaya, Hz. Ali,
Atatürk, Seyyid Rıza,
Ahmed-i
Hani,
Deniz Gezmiş ve Şeyh Said...
Bilin bakalım bu manzarayla hangi şehrimizde karşılaştım? Tabii ki
Diyarbakır'da. Zira bu kadar farklı kutupları birleştiren bir tabloya sahip çıkabilecek başka bir şehir olduğunu sanmıyorum. Türkiye ortalamasının çok dışındaki bu tablo üzerinde düşünmeye değer. Aynı devletin okullarında Şeyh Said mürteci ve
hain olarak yaftalanırken, sokaktaki insan onu bir kahraman olarak bağrına basıyorsa burada "
Tarih"in ne işe yaradığını da sorgulamamız gerekmez mi?
Gerçekten de tarih ne için okutulur bu ülkede? Birilerinin Altın Çağ kabul ettikleri 1920'leri, 1930'ları kutsamak için mi? Hem bu kutsama ayini biraz fazla uzamadı mı sizce de?
Niyeti malum bir "okur" o bayat klişeyi, "Bu topraklar neden bu kadar çok hain üretir?" diye tekrarlamış. Eline çekiç alanın her şeyi çivi olarak görmeye başlaması gibi, resmi ideolojiye her
itiraz edeni hain olarak yaftalamak ne zamandan beri çağdaşlık oluyor? Hem her Allah'ın günü çağdaşlığı kutsayacaksın, hem de onun baş şartı olan çoğulculuğu, 21. yüzyılda dahi lanetleyeceksin! Kimi kandırıyorsunuz?
Hiç kuşkunuz olmasın, Şeyh Said
isyanı da tartışılacak bu ülkede,
şapka kanunu yüzünden yapılan zulümler de. Zaten tartışılıyor da. Kökeni 1930'lara dayanan resmi tarih, katılığını bu şekilde devam ettirdiği takdirde ayrışma hızlanacak ve şimdiye kadar sessiz kalan tarihler ("ma'dun" veya "subaltern" anlatılar) er veya geç konuşmayı öğrenecekler.
İşte bugün size anlatacağım olay da kaderine terk edilmiş ve susturulmuş parçalarından birisidir tarihimizin. Henüz 20 yaşlarının başındaki bir ilim öğrencisi, bakın nasıl idam edilmiş ve daha da kötüsü, adı sanı nasıl unutturulmuş?
Bu arada şunu belirtelim ki, Şeyh Said isyanını, sadece Şeyh Said ve Abdullah,
Hacı Halid, İsmail gibi arkadaşlarının Diyarbakır surlarının önüne dizilen idam sehpalarıyla biten bir olay olarak göremeyiz. Bu isyan bahane edilerek Türkiye'de ne kadar potansiyel
muhalif ses varsa ya şeklen ya da ebediyen "susturulmuş"tur. Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası, bugünkü deyişle İleri Cumhuriyet Partisi'nin kapatılıp Kazım
Karabekir gibi önde gelen muhaliflerin idamla yargılanmasından tutun da, Cumhuriyet'in ilanından önce yazdığı kitabı ve İzmir'de
halkın arzusu üzerine verdiği vaazları yüzünden idam edilen İbrahim Edhem adlı 22 yaşında gencecik bir "hoca" da dahildir bu mazlumlar kadrosuna.
İbrahim Edhem, 1904
Ankara doğumlu bir
gençti. Ankara Sultanisi'nde 10. sınıfa kadar okuduktan sonra ayrılıp kendisini dinî ilimler sahasında yetiştirmeye çalışan, bu arada Konyalı Mehmed Vehbi gibi alimlerden özel dersler alan gayretli bir aydındır. Cumhuriyet kurulmadan önce bir ara yolu İzmir'e düşer, bir camide verdiği vaaz halk tarafından çok beğenilir ve umumi arzu üzerine camilerde peş peşe vaazlar verir. Bu yoğun talebe
cevap veremeyeceğini anlayınca da "İslamiyet'te Ahlâk ve Kadınlarda
Tesettür" adlı
küçük boy 59 sayfalık bir risaleyi 5 bin adet bastırarak fikirlerini kamuoyuyla paylaşır.
Cumhuriyet'in ilanına kadar bir sorun çıkmaz. Ancak nasipse hakkında müstakil bir kitap yazacağım 1924 yılı, bu gencecik hocanın makus talihinin başlangıcı olur. 6 Ocak 1924 günkü Tanin gazetesi İbrahim Edhem adlı bir hocanın yargılanmasına
İstiklal Mahkemesi'nde başlanacağını duyuruyordu. Suçlama, devletin iç güvenliğini ihlal ve halkı devletin kanun ve düzenine karşı kışkırtmaktır.
Ertesi günkü gazeteleri okuyunca bu gencecik hocanın savunmasının dudakları uçuklattığı görülür. Basında İslamiyet'in değerlerine ve kadınların tesettürüne saldırıların başlaması üzerine kamuoyu oluşturmak için harekete geçtiğini ve risaleyi bastırdığını cesaretle savunan hoca, vicdan özgürlüğü olduğu inancıyla fikrini savunduğunu söyler.
İrtica suçlamasını reddeder ve kendisinin yenilikçi olduğunu, hatta bu yüzden diğer hocalarca dışlandığını ifade ederek İstiklal Savaşı sırasında halkı nasıl Milli Mücadele'ye ikna ettiğinden örnekler vererek savunmasını tamamlar.
Şeyh Said isyanından yaklaşık 1 yıl önceki bu
İstiklal Mahkemesi henüz insaf duygularını kaybetmemiş olmalı ki, sanığa bir yıl
hapis cezasıyla yetinir (43 gün hapis yattıktan sonra af kanunuyla serbest kalır). Ama isyandan kısa bir süre sonra İbrahim Edhem'in yakasına yapışacak olan Şark İstiklal Mahkemesi o kadar insaflı çıkmayacak ve bu genci darağacına göndermekte tereddüt etmeyecektir.
İlk
mahkemesi
İstanbul, Fındıklı'daki
Meclis-i Mebusan binasında yapılmıştı, Temmuz 1925'te yapılan ikinci mahkemesi ise
Urfa Lisesi'nde gerçekleşir.
Savcı Avni Bey, Şeyh Said isyanını çok geniş bir kadronun hazırladığına inanmakta ve Edhem Bey'in de onun "tertipçisi, faili ve amili" olduğunu iddia etmektedir. Mahkemeye kalpakla gelen
sanık, hapisten çıktıktan sonra hocalığı bıraktığından, geçimini ticaretle sağlamaya çalıştığından,
pamuk ve
fıstık almak için Doğu'ya gittiğinden söz eder. Urfa'ya geliş sebebi ise Çolak
Hafız adlı güzel sesli birinin Kur'an okuyuşunu dinlemek içindir.
Bu arada İstiklal Savaşı'nda
Mustafa Kemal Paşa'nın yanından ayrılmayan Şeyh Sunusi'den Abdülhamid'in büyük oğlu Şehzade Selim Efendi'ye
mektup getirmesi suçlama konusu olur. (Hocamızın mektubun içeriğinden haberi yoktur. Bundan şu sonuç çıkar ki, Türkiye'den ayrılmamış olsa başına çorap örülenlerden biri de Şeyh Sunusi olacaktı.)
6 Temmuz günkü celsede mektup tekrar gündeme getirilir ve İbrahim Edhem'in, isyanın amil ve faillerinden olduğu gerekçesiyle idamına ittifakla karar verilir. Nihayet 7 Temmuz 1925 günü Urfa sıcaktan kavrulurken henüz 22 yaşında bir genç, darağacında son nefesini vermektedir. İşin garibi, her iki davasında da mahkeme başkanlığı yapanların kendilerinin, sonraki yıllarda yolsuzluktan ve Atatürk'e suikasttan yargılanmış olmalarıdır. Hem bu, Meclis'te herkesin gözü önünde Deli Halid Paşa'yı vuran Ali Çetin
kaya'nın
terfi ettirilerek İstiklal Mahkemesi'ne reis yapılması, yani hukukun bir katilin vicdanına teslim edilmesinin yanında hiç kalır.
Kim kimi, ne adına ve hangi yüzle yargılamaktadır?