Başbakan R.T. Erdoğan,
Birleşmiş Milletler'de (BM) tarihi bir konuşma yaptı.
Mesajlarının bir bölümü gerçeklerin dile getirilmesi ve
eleştirisi biçiminde oldu. Örneğin, BM yapısının İkinci Dünya
Savaşı sonrasının şartlarını yansıttığını, bugün güç dengelerinin değiştiğini, ihtiyaçların ve değerlerin farklılaştığını vurguladı. Nitekim BM, güçlü
azınlık ve güçsüz çoğunluk esasına göre kurulmuştur. İkinci büyük savaşın galipleri
İngiltere,
Fransa,
Amerika,
Rusya ve Çin ana karar mekanizması olan
Güvenlik Konseyi'ni oluşturur. Bu kurulun tek bir üyesinin bile onaylamadığı Genel
Kurul kararları yürürlüğe giremez. Bu eşitsiz bir yapı. Hem
ülkelere 'siz
egemen ve bağımsızsınız' diyeceksiniz hem de topunun birden verdiği bir kararı tek bir ülke veto edebilecek. Bu durum, BM düzeninin inandırıcılığını ve meşruiyetini zedeliyor.
Bugün on yıllardır diktatörlükler veya emirliklerle yönetilen halklara 'üzerinizdeki
vesayet rejimini atın' diyen ABD ve Batılı ülkeler nasıl olur da BM'nin kendi yapısındaki vesayeti savunurlar? İşte Başbakan bu çelişkiye
parmak bastı. Sonra da ahlaki bir çağrıda bulundu. Çıkara göre değil, artık tüm insanlığın hakları ve güvenliği için çalışan bir kuruluş gerekiyor.
Bu çağrının bir yönü de
Güvenlik Konseyi'nin bugünkü üyeleriyle ilgili. Örneğin Fransa bugün ne nüfus ne ekonomi ne de uluslararası ilişkilerde
Hindistan veya Brezilya'dan daha üstün. Bu anlamda BM, "eski dünya"nın değerlerini taşıyor. O dünya sömürgecilik ve Batı emperyalizmiyle çarpıtılmış bir gerçek.
Başbakan önce köleliğin sonra da sömürgeciliğin geri bıraktırdığı ülkelerde olup bitene Batı'nın kayıtsız kalmasını (örnek
Somali) vicdani bir zafiyet olarak sundu ve bunu halen BM'de üstün konumda bulunan üyelere kadar izledi. Bu yenilir yutulur bir eleştiri değil. Kimse böylesine karanlık bir geçmişe ışık tutulmasından hoşlanmıyor. Biz hoşlanıyor muyuz ki?
Başbakan BM Genel Kurulu'nda siyasi bir konuşma yaptı yapmasına ama onu etkili kılan ahlaki, hukuki ve vicdani boyutlarıydı. Çünkü bu
üç boyut hiçbir gerekçe,
yasa veya çıkarla bağdaştırılamayacak kadar insani değerlere dokunuyor. Örneğin
İsrail'in
Filistin topraklarını işgal altında tutarken sanki kendi toprakları işgal altındaymış gibi davrandığına, şimdi de güvenlik bahanesiyle Filistin'in devlet statüsüne kavuşmasını önlediğini ileri sürdü. Bu çifte standarda göz yummak, ahlaki bir zafiyettir iması yaptı.
Hukuki eleştirisi şöyleydi: 89 adet BM güvenlik (hem de Güvenlik Konseyi) kararını İsrail hiçe sayarken ses çıkartmayanlar, aldıkları kararlara örneğin
İran direniyor diye bu ülkeye askeri müdahaleyi tartışabiliyorlar. İsrail bir nükleer güçken buna göz yumup, güvenilmez diye İran'a barışçı da olsa nükleer kapasite kazanma hakkı tanımıyorlar. (Bu
itiraz tabii İran'a olan güvenden çok uygulamadaki tutarsızlığa dikkat çekmek içindir.)
Eleştirinin vicdani boyutu da derine işleyen nitelikteydi. Filistinliler'in devlet statüsü kazanmasını kabul etmeyen
Almanya Başbakanı Merkel, Almanya'nın geçmişte Yahudiler'e çektirdiği acılar nedeniyle "İsrail'e karşı özel bir sorumluluk duyduğunu" söylerken benzer acıların bugün Filistinliler'e çektirildiğine hiç değinmiyor.
Bütün bunlar etkili savlar. Ama itham edilen taraflar bunlara hiç aldırmayacaklar. Hatta
Türkiye aleyhine tavırlar geliştirecekler. Uluslararası arenada güçlü olmak gerekir. Güçlü olmak için haklı olmak yetmez. Düşman sayısını azaltmak, kaynaklarını artırmak-iktisatlı kullanmak ve savaşmak gerekirken bile barıştan söz etmek gerekir. Çünkü savaş, barışı beceremeyenlerin sığınağıdır. Bu çağdaki bir savaşın galibi de çok hırpalanır.